Adı Hüseyin, (Eflâkî, 1989, I/56) lakabı Burhaneddin’dir. İsminin önünde kullanılan “Seyyid” Hz. Hüseyin soyundan Peygamber nesli olduğu için adına izafe edilmiştir. Bazı kaynaklarda ise adının Burhaneddin, nisbesinin de “Huseynî” olduğu belirtilmektedir. Ayrıca Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya gelişini Hz. Mevlâna’ya haber vermesinden dolayı da “Seyyid-i Sırdân” olarak vasfedilir. Mevlâna’nın eserlerinde ise “Burhâneddîn, Burhân-ı dîn ve Burhân-ı Muhakkık” (Mevlâna, Mesnevi, II/1319-1320) gibi adlarla anılır. Tasavvufi konulardaki araştırmaya yönelik vasfından, delil aramaksızın Allah’ı müşahede etmesinden ve eşyanın hakikatini Hak olarak görmesinden dolayı da daha çok “Muhakkık” lakabıyla tanınır. Kendisi de Maârif adlı eserinde kendinden Muhakkık diye bahseder. Daha çok kullanılan Tirmizî nisbesi de doğduğu yere atfen isminin sonuna eklenmiştir.
Son dönem kaynaklarında genellikle Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî olarak anılan büyük mutasavvıf ve mücahede adamı 561/1165-66 veya 565/1169 yılında Seyyit Hasan Tirmizî’nin oğlu olarak Tirmiz’de doğdu (Ceyhan, 2009, 56). Burada eğitimini tamamladıktan sonra gördüğü bir rüya üzerine kırk yaşlarında Belh’e giderek (605/1208) kırk gün kadar Mevlâna’nın babası Sultanülulema Bahaeddin Veled’in meclislerine katıldı. Daha sonra Tirmiz’e geri döndü. Bir yıl sonra tekrar Bahaeddin Veled’in yanına giderek derslerine devam etti. Bu sırada çocuk yaşlarındaki Mevlâna’nın yetişmesinde hocalık ve lalalık görevini üstlendi. Bahaeddin Veled ve ailesinin Belh’ten ayrılmasının ardından (609/1212 veya 610/1213 veya 619/1222) tekrar Tirmiz’e dönerek bazen ilahi sarhoşluk halinde (cezbe ve sekr) bazen, ders vererek, bazen de tefekkür ederek ovalarda dolaşıp günlerini geçirmeye başladı. Sekiz-on yıl bu hâl üzere devam eden Tirmizî, bir gün ders verirken şeyhi Bahaeddin Veled’in Hakk’a yürüdüğü (23 Şubat 1231) kendisine malum oldu ve Konya’ya giderek Mevlâna’nın eğitimine yardımcı olması yönünde gördüğü rüya üzerine Konya’ya geldi (Sipehsalar, Menakıb, 1977, 118; Eflâkî, 1989, I/73; krş. Sultan Veled, İbtida-name, 1976, 4271. beyit vd.).
1232 yılı sıralarında Konya’ya gelen Tirmizî, dokuz yıl kadar Mevlâna’ya hocalık yaptı (Sultan Veled, İbtida-name, 1976, 4318. beyit). Bu sürenin ilk üç-dört yılında babasının bilgi seviyesine ulaşmış gördüğü Mevlâna’yı hâl ilmiyle mücehhez kılmak için çalıştı, kalan kısmında ise onu Halep ve Şam’a eğitim için gönderdi. 1240 yılı sıralarında eğitimini tamamlayarak Konya’ya dönen Mevlâna burada tekrar Tirmizî’nin kendisine hocalık etmesini istediğini, ancak Tirmizî’nin Kayseri’ye geri dönmek arzusunda olduğunu belirtir. Sipehsalar ve Eflâkî bu olayı naklederken Tirmizî’nin, Şems-i Tebrizî’yi kasıtla: “Buraya kuvvetli bir arslan yöneldi. Ben de bir arslanım, birbirimizle geçinemeyiz. Onun için gitmek istiyorum” dediğini belirtir ve böylece Mevlâna’nın iznini aldığını söyler (Sipehsalar, Menakıb, 1977, 120; Eflâkî, 1989, I/61). Tirmizî’nin 638/1240 yılında Kayseri’ye geri döndüğü ve 638/1240 veya 639/1241 yılında burada vefat ettiği kaynakların ittifak ettiği bir tarihtir. Tirmizî vefatının ardından Kayseri’de bugünkü türbesinin bulunduğu yere defnedilmiş, Selçuklu devlet adamı Sahip İsfehanî mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istemişse de rüyasında gördüğü Tirmizî’nin itirazına binaen bu fikrinden vazgeçmiştir (Eflâkî, 1989, I/70). Tirmizî’nin günümüzdeki türbesi ise aynı zamanda Mesnevî şarihi olan Abidin Paşa’nın Ankara valiliği döneminde 1892 yılında inşa edilmiştir. Tirmizî’nin ne zaman ve kim tarafından yazıldığı belli olmayan türbe kitabesinde ise; “Tirmizli Seyyid, dinin muhakkıkı; yakîn yolunda dinin burhânı; o Muhyiddin’e (Arabî) ikincidir; onun doğum tarihini ‘sânî’ olarak bil; o yücenin göçüş yılı olarak da ‘kaddesallahu sırrıhu’s-sâmî’ bil.” mealindeki; “Seyyid-i Tirmizî muhakkık-ı dîn; Hest burhân-ı dîn be râh-ı yakîn; Çünki sânîst u be Muhyidddîn; Sâl-i mevlûd-i u be ‘sânî’ bîn; Şod rakam sâl-i nakl-i ân sâmî; ‘kaddesallahu sırrıhu’s-sâmî” mısraları bulunur. Bu mısralardaki ‘sânî’ ve ‘kaddesallahu sırrıhu’s-sâmî” ifadeleri ise ebcet hesabıyla ilki doğum tarihine (561/1165-66), ikincisi ise vefat tarihine (638/1240) delalet etmektedir (Tirmizî, Maarif, 1973, 16).
Tirmizî’nin hayat tarzı, tasavvufî kişiliği ve eseri
Tirmizî’nin hayatı hakkında olmasa da tasavvufî hayatıyla ilgili en eski ve tafsilatlı malumat veren kaynak, gençlik döneminde Tirmizî ile babası Mevlâna’nın sohbetlerine şahit olan Sultan Veled’dir. İbtidânâme adlı mesnevisinin girişinde onu Şems’ten önce “Tanrı’ya ulaşanların sultanı” olarak anar ve eserinin devamında Tirmizî’nin, dedesi Bahaeddin Veled’e mürit olmasını anlatır (4119. beyit vd.). Ayrıca eserindeki derin manaların Tirmizî’den kendisine bağış olduğunu belirtir (3946. beyit vd.), Tirmizî’nin Konya’ya gelerek babasına hocalık yapmasından bahseder. Tirmizî’nin: “Bana, şeyhim Sultanülulema’dan iki büyük şey nasip olmuştur: Biri söz fesahati, diğeri hâl güzelliği. Söz fesahatini, Mevlâna Celaleddin’e verdim; çünkü onun hâlleri çoktur, buna muhtaç değildir. Hâlimi de Şeyh (Kuyumcu) Selahaddin hazretlerine bağışladım. Çünkü onun hiç söz söylemek hassası yoktur.” demesi (Eflâkî, 1989, II/122) hem şeyhinden etkilenmesini hem de Mevlâna ve Kuyumcu Selahaddin’le olan mana yakınlığını göstermektedir.
Sipehsalar’ın Risâle’si ve Ahmet Eflâkî’nin Menâkıbü’l-ârifîn’i de Sultan Veled’i kaynak almakla birlikte Tirmizî ile ilgili daha farklı hususları dile getirir. Sipehsalar, eserinin üçüncü bölümünde Mevlâna’nın dostlarını ve halifelerini anarken Tirmizî’yi ilk sıraya koyar ve “Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî, büyük veliler, keşif ve sırlar sahibi kişiler zümresindendi. Tanrı’ya güvende ve kendinden sıyrılmada sebatlı ve ilâhi bilgide taşkın bir denizdi…” cümlelerini sarf eder. Eflâkî de Tirmizî’ye bir bölüm ayırdığı eserinde onun Horasan, Tirmiz, Buhara ve sair ülkelerde “Seyyid-i Sırdan” unvanıyla tanındığını belirterek: “Daima kalplerde bulunan sırları, bilinmeyen yüce ve aşağılık şeyleri söylerdi.” der (Eflâkî, 1989, I/56) Eflâkî eserinin devamında Tirmizî’nin vasıflarını anlatırken Kayseri’de bulunduğu dönemlerde buranın hâkimi Sahip Şemseddin-i İsfehanî’nin Tirmizî’ye birçok hizmetlerde bulunduğunu, onu bir mescide imam tayin ettiğini, ancak Tirmizî’nin namaz kıldırırken tam bir gün ayakta kalıp, rükû ve secdeyi de böyle geçirdiğini nakleder. Halkın ise buna katlanamadığını söyleyerek imamlıktan ayrılmak istediğini belirtir. Cemaat ise: “Senin arkanda kıldığımız bir rekât namaz, bin rekât namaz yerine geçer” diyerek onun imamlıktan ayrılmasına müsaade etmediklerini belirtir. Yine Eflâkî, adını “Seyyid” olarak andığı Tirmizî’nin Bahaeddin Veled’e mürit olduktan sonra zaman zaman meczup bir şekilde sahralarda gezdiğini, başı ve ayakları çıplak on iki sene ormanlarda ve dağlarda dolaştığını belirtir. Arpa unu ile dolu bir dağarcığı olduğuna ve on iki günde bir yemek yediğine, açlıktan dolayı da bütün dişlerinin döküldüğüne vurgu yapar. Bir seher vakti ise gayb âleminden: “Bugünden itibaren riyazeti bırak ve artık zahmet de çekme” diye ses duyduğunu Tirmizî’nin ise: “Peygamberimizi bütün insanlara gönderen Allah’a yemin ederim ki, Allah’ı tamamıyla görmeden mücahededen elimi çekmeyeceğim” dediğini belirtir.
Tirmizî’nin sohbetlerinden meydana gelen, ancak ilk olarak kimin ya da kimlerin tarafından dikte edildiği bilinemeyen Maârif adlı Farsça tek eseri vardır. En eski nüshası Argun b. Aydemir b. Abdullah el-Mevlevî tarafından istinsah edilen Mevlâna Müzesi İhtisas Kütüphanesi 2118 Nu.da kayıtlı 5 Muharrem 687/9 Şubat 1288 tarihli Maârif’in aslının, Tirmizî’nin vefatından hemen sonra oluşturulduğu söylenebilir. Tirmizî’nin, zaman zaman Arapça bölümlerin de yer aldığı bu eseri Maarif, Muhammed ve Fetih surelerinin tefsiri olarak üç ana bölümde oluşturulmuştur. İlk bölümde namaz, oruç, tövbe, kulluk gibi dinî ibadet ve erdemler; sevgi, dostluk, haset, tevazu, ilim, akıl, mücahede, nefis gibi tasavvufî deyim ve ibareler açıklanmıştır. İkinci ve üçüncü bölümlerde ise Muhammed ve Fetih surelerini, tevhit ilmi, riya, ihlâs, huzur-sükûn, âşık-maşuk gibi deyimler çerçevesinde tefsir etmiştir. Eserinin ana kısmını oluşturan ve esere adını veren Maarif bölümünde ise Senâî, Attâr ve Nizâmî-i Gencevî gibi şairlerden beyitler nakletmiş, Bahaeddin Veled’in Maârif adlı eserinden alıntılar yapmıştır. Sahayla ilgili bilim adamlarının tespitine göre Tirmizî’nin Maârif’i, şeyhi Bahaeddin Veled’in Maârif’i ve Mevlâna’nın başta Mesnevî olmak üzere diğer eserleriyle anlam birliği açısından örtüşür ve birbirleriyle çelişmezler. Bu husus da her üçünün fikirleri ve temellerinin aynı değerler üzerine kurulduğu anlamına gelmektedir.
Konya ve İstanbul kütüphanelerinde yazma nüshaları bulunan Tirmizî’nin Maârif’inin metni ilk olarak Prof. Dr. Bediüzzaman Furuzanfer’in açıklama ve haşiyeleriyle Tahran Üniversitesi yayınları arasında 1339 hş/1960 yılında çıkmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı bu matbu nüshayı, Mevlâna Müzesi’ndeki 2118 Nu.lı en eski nüshayı, yine aynı müzedeki 79 Nu.lı mecmuadaki nüshayı ve Üsküdar Selimağa Kütüphanesi’ndeki 567 Nu.lı nüshayı esas alarak eseri açıklamalarla birlikte ilk kez Türkçeye çevirerek yayımlamıştır (Ankara, 1973). Eserin günümüze kadar yapılan ikinci çevirisi ise Ali Rıza Karabulut’un kaleminden çıkmış ve 1995 yılında Ankara’da Mektebe Yayınları tarafından neşredilmiştir.