İBN BİBİ

(Nasıreddin Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Ca’ferî er-Rugadî) (ö. 684/1285) Türkiye Selçukluları hakkında yazdığı el-Evâmirü’l-Ala’iyye fi’l-Umuri’l-Ala’iyye adlı eseriyle tanınan İranlı tarihçi.

Türkiye (Anadolu) Selçukluları hakkında Farsça olarak yazdığı el-Evâmirü’l-Ala’iyye fi’l-Umuri’l-Ala’iyye adlı eseriyle tanınan, kısa adıyla İbn Bibi veya İbne’l-Bibi el-Müneccime’nin hayatı hakkında bildiklerimiz sadece eserinde kendisi hakkında yazdıklarına dayanmaktadır.

O, eserinin muhtelif yerlerinde kendi hayatından başka babasının ve annesinin hayatından da bahsetmektedir. Ona göre Kur-i Sorh seyyitlerinden ve Cürcan’ın ileri gelen bir ailesinden olan babası Mecdeddin Muhammed-i Tercüman, (İbn Bibi, el-Evamir (Erzi), 1957, 442) Harezmşah Alâeddin Muhammed’in müstevfisi veya sahip-divanı; İbn Bibi’yi eserini yazmaya teşvik eden ünlü tarihçi ve devlet adamı Alâeddin Ata Melik b. Muhammed Cüveyni’nin (Cüveyni, Tarih (Öztürk), 1988; III) büyük babası ve İbn Bibi’nin “Sahip-divan Şemsü’l-Hakk ve’d-dîn” diye nitelediği Şemseddin Muhammed b. Bahaeddin Muhammed tarafından güçlü bir münşi olarak yetiştirilmiş ve şöhret kazanmış, Harezmşahlılar Devleti’nde uzun bir süre bu görevini sürdürmüştür (İbn Bibi, el-Evamir (Erzi), 1957, 10). Sultan Veled’in bir kasidesinde Mecdeddin Ali b. Muhammed olarak andığı (İbn Bibi, Muhtasar, 1941, 240) bu şahıs, 631/1233-34 yılından itibaren de Konya’da Türkiye Selçuklu Devleti’nde “divan kâtibi” olarak görev yapmış, devrinde yaşadığı padişahlar tarafından muhtelif zamanlarda Bağdat’a, Şam’a, Moğol karargâhına ve Alamut’a elçi olarak gönderilmiş (İbn Bibi, el-Evamir (Erzi), 1957, 10), yaptığı bu görevlerden dolayı “tercüman” lakabını almış ve çok yaşlı olarak 670 yılının Şaban ayında (Mart 1272) vefat etmiştir (Meşkur, 1971, 17).

Yine İbn Bibi’nin anlattığına göre, gerçek ismini bilmediğimiz ve her zaman yalnızca el-Bibi el-Müneccime olarak zikrolunan annesi, Nişabur’da Şafi cemaatinin reisi Kemaleddin Simnanî’nin kızı ve anne tarafından ünlü fakih Muhammed b. Yahya’nın torunu idi. Müneccimlik sanatını büyükbabasından öğrenmiş ve çok ilerletmişti. Yıldızlar cetveline (zayice) bakarak gelecek hakkında isabetli bilgiler verirdi. Annesiyle iftihar eden İbn Bibi, “Kadınların ilimle uğraşmaları ender rastlanan durumlardan olduğu için kendisi çok hayranlık uyandırmakta idi” (Meşkur, 1971, 17) demektedir. Müneccime Bibi’nin uzunca bir süre Celaleddin Harezmşah muhitinde yaşadığı ve faaliyet gösterdiği anlaşılmaktadır. 1229 yılında Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat’ın elçisi Emir Kemaleddin Kamyar onu bir muhitte tanımıştı. Kemaleddin Kamyar’ın, dönünce Sultan’a Bibi’nin büyük maharetinden ve gördüğü itibardan bahsetmesi, Bibi ailesinin geleceğine önemli etkiler yapmıştır (İbn Bibi, el-Evamir (Erzi), 1957, 442).

28 Ramazan 627 (10 Ağustos 1230) tarihinde Celaleddin Harezmşah’la Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat ve daha önce müttefik olduğu Şam Eyyubilerinden el-Melikü’l-Eşref Muzaffereddin Musa arasında meydana gelen savaşın hemen sonunda İbn Bibi’nin anne ve babasının, galiplerden biri olan Melikü’l-Eşref’in yanına gittikleri anlaşılmaktadır. Onların Celaleddin’den bu ayrılışlarının 1231 Amid mağlubiyetinden sonra meydana gelmediği tahmin edilebilir (Erzi, 1993, 712). Çünkü İbn Bibi’nin bizzat “Sultan Celaleddin’in sonunun geldiği ve başına Moğol ordusu tarafından felaket açıldığı zaman annem ve babam Dımaşk’a gittiler” (Safa, 1987, 1215) demesine rağmen el-Melikü’l-Eşref’le Alâeddin Keykubat’ın aralarının açılmasından önce bu sonuncunun vaktiyle Kemaleddin Kamyar’ın Müneccime hakkındaki övgü dolu sözlerini hatırlayarak, İbn Bibi’nin anne ve babasının akıbetini araştırdığı ve onların Dımaşk’ta bulunduklarını öğrenince Melik Eşref’e bir elçi göndererek bunların Konya’ya gelmelerine izin vermesini rica ettiği ve bunun üzerine her ikisinin büyük izzet ve ikramla Rum diyarına getirildikleri bilinmektedir. Selçuklu birliklerinin 631/1233 tarihinde Suriye’ye karşı savaş için Harput önünde bulundukları sırada İbn Bibi’nin anne ve babası Alâeddin Keykubat’ın hizmetinde idiler. Şu hâlde onlar, muhtemelen, 1231-1232 yılları arasında Selçuklu sarayına gelmişlerdi. Bibi, girişilen savaşın başarıyla sonuçlanacağını doğru olarak önceden bildirdiği için sultandan özel bir ricada bulunmak izni elde etmişti. O zamana kadar “müşrif-i ferraşhane” vazifesi gören kocası Mecdeddin Muhammed için “münşilik” rütbesi rica etti. Sultan onun bu arzusunu yerine getirdi. Bu suretle Mecdeddin Muhammed gerek Alâeddin Keykubat’ın geri kalan saltanat devresinde, gerekse onun halefleri zamanında devlet divanında çalışmış, tercüman unvanını taşımış ve birkaç elçilik görevine katılmıştır.

İşte böyle bir anne ve babanın çocuğu olarak doğan ve İbn Bibi adıyla tanınan Nasıreddin Hüseyin, Türkiye Selçuklu Devleti’nde babasından miras kalan emirlik unvanını alarak Emir Nasıreddin adıyla da anılmış ve muhtemelen Gıyaseddin Keyhüsrev b. Kılıçarslan’ın saltanatı sırasında (666-682/1267-1283) ölen babasının yerine “Darü’l-inşâ-yi saltanat” veya “divan-ı tuğra” reisliğine getirilmiştir. Bu padişahtan sonra yerine geçen ve 696/1296 yılına kadar Moğol İlhanlılarının sultasında sözde saltanat süren Mesut b. Kılıçarslan’ın zamanında da yaşamış, Moğolların Anadolu’nun yönetimine tayin ettiği Sahip-divan Şemseddin Cüveyni ile tanışmış, o sırada Moğollar adına Bağdat valiliği yapmakta olan sahip-divanın kardeşi Alâeddin Ata Melik Cüveyni ile Bağdat’ta görüşmüştür (Safa, 1987, 1215).

el-Evamirü’l-Ala’iyye fi’l-Umuri’l-Ala’iyye

Türkiye Selçuklularının 1192-1280 yılları arasındaki devresi hakkında temel kaynak olan Tarih-i İbn Bibi veya Selçukname adıyla da anılan el-Evâmirü’l-Ala’iyye fi’l-Umuri’l-Ala’iyye’nin birinci “Ala’iyye”si yukarıda andığımız ünlü tarihçi ve Moğolların Bağdat valisi Alâeddin Ata Melik Cüveyni’ye ikincisi de Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat’a nispetle kullanılmıştır (Erzi, 1993, 713). H. W. Duda’ya göre, bu eser, esas manasıyla ne bir kronik ne de pragmatik manada yazılmış bir tarih eseridir; o daha ziyade XIII. asırdaki yüksek İslam kültürünün parlak ışığında yansıyan Fars dilinde yazılmış bir hatırat kitabıdır (Duda, 1958, 1).

İbn Bibi’nin, eserinin ön sözünde dediğine göre (el-Evamir, 1957, 11) Alâeddin Ata Melik Cüveyni, kendisine, Rum ülkesinin fethinden başlayarak Türkiye Selçuklularının tarihini yazmasını emretmiş, fakat o, önceki olayları araştırma imkânı bulamadığından eserine. II. Kılıçarslan’ın, oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’i veliaht tayininden ve o işi yaptıktan kısa bir süre sonra ölümünden (588/1192) başlamıştır. İbn Bibi’nin en çok üzerinde durduğu Türkiye Selçuklu hükümdarı, devrini çocuk yaşında bir veya iki yıl idrak ettiği I. Alâeddin Keykubat, bahsettiği en son hükümdar ise, Gıyaseddin Mesut b. Keyhüsrev’dir (697-683/1280-1284).

Türkiye Selçuklu tarihi hakkında çok önemli bir kaynak olmasına rağmen Hacı Bektaş Veli (ö. 1270) ve Mevlâna Celaleddin-i Rumî (ö. 1272) gibi çağdaşı Türk büyükleri hakkında hiçbir bilgi vermeyen bu eser, Prof. Dr. Adnan Erzi’ye göre, önemli olayları gereği gibi aksettirememiş, hatta bazen hiç ele almamıştır. Mesela Alâeddin Keykubat’ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından zehirlenmesinden, yine bu hükümdarın Gürcü Tamara ile evlenmesinden hiç bahsetmemiştir. Ayrıca sık sık kronolojik hatalara rastlanmaktadır. Mesela 665/1276-77 yılında meydana gelen Hatıroğlu İsyanı, 665/1266-67 yılında gösterilmiş, Küçük Ermenistan Kralı I. Hetum (1226-1269) yerine de her zaman Leon’un adı anılmıştır (Erzi, 1993, 714).

İbn Bibi, sultanların siyasi faaliyetlerini edebî bir üslupla anlatmış, toprak idaresiyle bilhassa ikta, mülk ve hibe türü toprakların varlığına dair ilk bilgilere yer vermiştir. Eserde şehirler hakkında verilen bilgiler yetersizdir. Toplumun daha çok üst tabakalarıyla ilgili bilgiler vermiş, etnik ve dinî kimliklerden ziyade ayan, iğdişler ve toplumun ileri gelenlerini ön plana çıkarmıştır. Saraydaki eğlence ve düğünlerden bahsetmiş, ancak devlet hazinesinin durumu hakkında bilgi vermemiştir. Moğollara karşı itaatkâr bir politika izlenmesinden yana olan İbn Bibi, devletin dış politikasıyla ilgili olarak Türkiye Selçuklu-İlhanlı münasebetleri konusunda da bilgi vermiş, diğer devletlerle ilişkilerden ya hiç bahsetmemiş ya da çeşitli vesilelerle kısaca temas etmekle yetinmiştir (Özaydın, 1999, 383).

Eserin üslubu: Yazarın niyeti eserinin mukaddimesinde belirttiğine göre, bizzat görüp işittiklerini zamanında geçerli olan edebî üslupla anlatmak (el-Evamir, 11), Alâeddin Ata Melik Cüveyni’nin Tarih-i Cihangüşa adlı eserini örnek almaktır. Fakat bu konuda amacına ulaşamamış; değil üslubu Farsça tarihî metinlere her zaman örnek gösterilen Tarih-i Cihangüşa’nın seviyesine ulaşmak, vasat kitapların seviyesini dahi tutturamamıştır. Manadan çok şekle önem veren, şiirde kullanılan edebî metinlerin çoğunu nesirde de kullanan, iki cümlede anlatılabilecek bir olayı iki sayfada anlatan bu üslupta daha da aşırıya kaçmış, kullandığı nadir kelimeler, alışılmamış deyimler ve sık sık başvurduğu mübalağalarla manadan uzaklaşmış, düşüncelerine şahit göstermek veya manaya güzellik katmak için naklettiği, fakat her zaman konuya uygun düşmeyen Arapça atasözleri veya Arapça ve Farsça şiirlerle de anlatımın akışını kesmiş, okuyucuya bıkkınlık vermiş ve anlamı zorlaştırmıştır. Bu yüzden çok önemli bir kaynak eser olmasına rağmen, yazıldığı tarihten günümüze kadar tek nüsha olarak kalmış, neşri yapılmamıştır.

el-Evamirü’l-Ala’iye fi’l-Umuri’l-Alai’ye’nin Nüshaları

El-Evamirü’l-Ala’iyye günümüze kadar üç şekil altında gelmiştir:

1- Esas metin: Bu eserin bugün elimizde tek bir nüshası bulunmaktadır. Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in (1266-1283) hazinesi için 679/1280 yılında İbrahim b. İsmail b. Ebi Bekr el-Kayserî tarafından istinsah edilen bu nüsha Ayasofya Kütüphanesi’nde 2985 numarada kayıtlıdır.

İbn Bibi, eserinin ön sözünde Alâeddin Ata Melik’in, bir zamanlar babasının, onun büyükbabasından gördüğü gibi daima lütuflara mazhar olduğunu, bu sefer de ondan Rum Selçukluları tarihini yazımı emrini aldığını zikreder ve bu görevi yukarıda bildirdiğimiz şartlar altında yerine getirip, eserini büyük sahip-divan Alâeddin Ata Melik’e ithaf ettiğini söyler. Eserinin muhtelif yerlerinde de velinimetinin methine özel bölümler ayırmıştır. O eserini de böyle bir övgü bölümüyle bitirmiş ve bu arada onu Ata Melik’e bu şekliyle arz ettiğini bildirmiştir.

Herbert W. Duda, eserin yazılış tarihi olarak 680/1281 tarihini kabul etmiş (Duda, 1958, 5) bu görüşünü şu olaylara dayandırmıştır: “Yukarıda da söylemiş olduğum gibi İbn Bibi’nin kaydettiği en son olay, II. Gıyaseddin Mesut’un Kırım’dan Sinop’a gelişi ve 679/1280 kışında Abaka Han’ın yanına gidişidir. İbn Bibi, sultanın Abaka’nın yanına gittiği sırada kışın çok ilerlemiş olduğunu anlatır. Hicri 679 yılının kışı Doğu Anadolu’da Recep ile Zilkade arasına yani takriben 27 Ekim 1280 ila 23 Mart 1281 arasına düşer. Diğer yandan II. Gıyaseddin Mesut’un ancak kış başlangıcında Sinop istikametinde denize açıldığını kabul edemeyeceğimize ve kışın hücumuna daha ziyade kara seyahati sırasında uğraması lazım geldiğine göre, onun 20 Zilhicce 680 (1 Nisan 12821) tarihinde ölen Abaka’nın yanına H 679 yılında varmış olduğu kabul edilebilir. Kesin olan husus, İbn Bibi’nin eserinin tamamlandığı sırada onun henüz hayatta bulunduğu hususudur. Fakat eser, II. Gıyaseddin Mesut’un, muhtemelen 681/1282 yılında tahta oturuşuna kadar varmıyor.” (Duda, 1958, 5)

Bu nüshanın mükemmel bir faksimilesi Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilmiş (İbn Bibi, el-Evamir, 1957) ilk 214 sayfasının tenkitli neşri ise, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayınları arasında çıkmıştır (el-Evamir (Erzi-Lügal) 1957).

Necati Lugal ve Adnan Sadık Erzi, 744 sayfalık bu hacimli eserin üç cilt hâlindeki neşrini uygun görmüşler, I. cilde II. Kılıçarslan’ın ölümünden (1192) I. Alâeddin Keykubat’ın tahta çıkışına kadar (1220) olan kısmı; II. cilde I. Alâeddin Keykubat devrini (1220-1237) konu alan kısmı; III. ciltte ise II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in tahta geçişinden (1237) 679/1280 yılına kadarki olayları anlatan kısmı almayı düşünmüşlerse de bu düşüncelerini tamamen gerçekleştirememişlerdir. Bunların birinci cildini neşretmişler (Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1957) ikinci cildini basılmaya hazır hâle getirmişler, fakat bilinmeyen bir sebeple baskıdan vazgeçmişler; üçüncü cilde ise hiç dokunmamışlardır.

2- Muhtasar: Eserin yine Farsça olarak özenle yapılmış ve aslında bulunmayan bazı tarihleri de içeren bir muhtasarı, Houtsma’nın görüşüne göre XV. yüzyıla ait bir nüsha hâlinde Paris’te Bibliotheque National’da bulunmaktadır. Orijinal eserin Muhtasar’la yapılan itinalı bir karşılaştırması, Muhtasar’ın adı bilinmeyen yazarının titiz ve özenli bir çaba harcadığını ve tarihî bakımdan önemli hiçbir kaydı atlamadığını gösterir. Muhtasar’ın adı bilinmeyen yazarı, görevini, büyük eseri, mevcut edebî ve belagatle ilgili süslü ve lüzumsuz üslup özelliklerinden temizlemek ve bunu daha kolay anlaşılabilir bir şekle sokmakta görmüş olacaktır. Muhtasarcı, eserinin başında, belki de Ahiler birliği manasına gelebilecek olan “Cema’at-i ihvan”ın asıl eserin üslubundan şikâyet ettiğini ve bu muhitin eserden faydalanmasını sağlamak için kısaltmayı yaptığını belirtmektedir.

Asıl eserin Muhtasar’la mukayesesinden, özetçinin bütün dikkatini eserin Kur’an ayetleri, hadisler, şiirler ve beyitlerle doldurulan saray divanı üslubunu sadeleştirmeye harcadığı meydana çıkıyor. Bu hususta özetleyenin yöntemi iki şekilde kendini gösteriyor: O, ya muğlâk ve tantanalı süs ibarelerini doğrudan doğruya atmak suretiyle, ya da yazarın edebî gücünü göstermek için yaptığı tekrarları mana bakımından birleştirmek suretiyle kısaltmaktadır. Fakat Muhtasar yazarının bu konuya tam olarak uyduğu söylenemez. Çünkü o da zamanın zevkine uygun, hoşa giden edebî bir tasvir meydana getirmek istemekte idi. Bu sebeptendir ki, orijinalin tantanalı üslubunun akisleri kısaltmada da korunmuş; ayrıca bunda Ata Melik Cüveyni’ye ait övgüler bir kenara bırakılmıştır.

Muhtasar, içinde İbn Bibi’nin adı geçen yerde “damet fedailuhu” ibaresinin bulunmasının da ispat ettiği gibi daha İbn Bibi yaşarken adı bilinmeyen biri tarafından kaleme alınmış, 744 sayfalık esas metin 377 sayfaya indirilmiştir (Duda, 1958, 7).

Paris Millî Kütüphanesi’nde bulunan (Supp. persan 1536) bu Muhtasar’ın tek nüshasını ilk defa tanıtan Charles Chefer, I. Gıyaseddin Keyhüsrev ile II. Rükneddin Süleymanşah zamanlarıyla ilgili bölümleri Fransızca tercümesiyle beraber neşretmiştir (Chefer, 1889, 3-102). Tamamı, Houtsma, tarafından 1902 yılında neşredilen bu metin, M. Nuri Gençosman tarafından Türkçeye (Ankara 1941) ve H. W. Duda tarafından Almancaya çevrilmiştir (Duda, 1959).

3- Tarih-i Al-i Selçuk veya Oğuznâme: El-Evamirü’1-Ala’iyye’nin II. Murat zamanında (1421-1451) yapılan Türkçe çevirisi, Yazıcızade Ali’nin Tarih-i Al-i Selçuk veya diğer adıyla Oğuzname’sinin üçüncü bölümünü teşkil etmektedir. 827/1423 ve 840, 1436 yıllarında yazıldığı sanılan bu bölüm, “Zikr-i Padişahi-yi Sultan Süleymanşah der Rum” (Sultan Süleymanşah’ın Anadolu’da padişahlığının anlatılması) başlığıyla başlamakta, Türkiye Selçuklu Devleti hakkında kısa bilgi verdikten sonra el-Evamirü’l-Ala’iyye’nin başlıklarını aynen vererek çeviriye geçmektedir. Bu çeviri mümkün olduğu kadar aslına sadık kalınarak yapılmış, yalnız bazı Arapça ve Farsça şiirlerle zor cümleler atlanmış, Alâeddin Ata Melik Cüveyni’nin metni için ayrılan bölümlere Sultan II. Murat’ın methi konmuş, İbn Bibi’nin anne ve babasından bahseden kısımlar da aynı şekilde çevirinin dışında tutulmuş, bunun dışında metne bazı ilaveler de yapılmıştır. Yazıcızade’nin İbn Bibi’nin adını hiç anmamış olması da dikkat çekicidir (Erzi, 1993, 716).

Yazıcızade’nin Oğuzname’sinin İstanbul, Ankara, Berlin, Leiden Leningrad, Moskova ve Paris millî kütüphanelerinde yazma nüshaları vardır. Houtsma, Paris ve Leiden nüshalarına dayanarak Oğuzname’nin Türkiye Selçuklularıyla ilgili “Zikr-i Vürûd-i Resûlân-i Sultân Celâleddin” (Sultan Celaleddin’in elçilerinin gelişi) bahsine kadar olan kısmını neşretmiştir (Leiden 1902).

Bunun dışında Seyyid Lokman b. Hüseyin el-Asurî de Yazıcızade’nin Oğuzname’sini 1008/1599 yılında özetlemiştir. Avusturya Millî Kütüphanesi’nde bulunan bu özetin tek ve eksik nüshası (bk. Flugel, II. 225. Nu. 1001) J. J. W. Lagus tarafından Latince çevirisiyle birlikte neşredilmiştir (Lagus, 1854).

MÜRSEL ÖZTÜRK

BİBLİYOGRAFYA

  • Özaydın, 1999, 379; Cüveyni, Tarih, 1988, III; Chefer, 1889; Duda, 1958; a. mlf., 1959; Encyclopedie de l’Islam (nouvelle édition) III, 760; İbn Bibi, el-Evamir, 1957, I; Erzi, 1993, 712-717; Historie des Selijoucides, 1902; İbn Bibi, Muhtasar Selçukname, 1941; Lagus, 1854; Liede, 1902; Meşkûr, 1971; Safa, 1987; Sultan Veled, 1941; İbn Bibi, Selçukname, 2007.