Türkiye Selçuklularının ünlü veziri Sahip Ata Fahreddin Ali’nin hadis ilimleri okutulmak üzere 1263 yılında inşa ettirdiği medrese, Cumhuriyet Dönemine kadar eğitim-öğretim görevini sürdürürken, tekke ve zaviyelerle beraber medreselerin de kapatılmasıyla işlevini kaybetmiş, uzun bir arayı müteakiben 1956 yılında müzeye çevrilmiştir. Burada sergilenen taş eser örneklerinin pek çoğu artık yok olmuş veya yok edilmiş abidelerimizin ancak günümüze ulaşabilen kalıntıları ve tapu senetleri olup, Türklerin ata yurdu Orta Asya’da şekillenen ve Avrasya kültürüne kadar uzanan bir sanat geleneğinin yanı sıra, İslamiyet’in de katkısıyla yeni bir senteze dönüşen numuneleridir. Bu bakımdan İnce Minare Müzesi geçmişten günümüze uzanan Türk kültürünün halkalarını birleştiren ve geleceğe miras kalmasına vesile olan müzelerimizdendir. Yer aldığı şehir ve bulunduğu kültür ortamından dolayı sergilenen eserler arasında Selçuklu Dönemine ait olanlar ön plana çıkmış, bunu Karamanoğlu Beyliği ile Osmanlılara ait örnekler takip etmiştir.
Taş ve ahşap olarak iki grup hâlinde teşhir edilen malzemeler arasında çoğunluğu taş ve mermer parçalar oluşturur. Bunların büyük bir kısmını mimariye bağlı olan figürlü kabartmalar ve heykellerle, yazılı, geometrik ve bitkisel bezemeli olanlar teşkil ederken, mimariye bağlı olmayan yine taş ve mermer işlemeli mezar taşları bunları takip ederler. Ahşap eserlerden ev eşyası olarak kullanılan bazı küçük çekmeceli sandıkların dışındaki diğer bütün parçalar dinî ve sivil yapılardan günümüze ulaşabilen kapı ve pencere kanatları ile tavan göbekleridir. Bunlar Konya ve çevresindeki yerleşim birimlerinden getirilen Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerine ait fazlaca tahrip olmuş çok azı sağlam kalabilen elemanlardır.
Taş eserler içinde bilhassa öne çıkan figürlü kabartmalar son derece plastik işlenmiş mimariye ait parçalar olup, Selçuklu Dönemindeki taş tezyinatın mükemmelliğini ortaya koyan göstergeleridir. Türkiye Selçukluları eserlerinin pek çoğunda burç, gezegen, takvim vb. olarak kullanılan ve mitolojik, kozmik, sembolik anlamlarla zenginleşen figürlü plastik, İnce Minare Müzesi’ndeki örneklerle zirveye ulaşmıştır. Konya Kalesi’ne ait bu görkemli parçalar, Orta Asya’dan başlayarak devam eden Türk figür geleneğinin oradan gelenlerin getirdikleri ve başkentleri Konya’da şekillendirdikleri muhteşem anıtlardır. Önceki yüzyıllarda Konya’ya gelerek kale kapılarında, burçlarda, beden duvarlarında “İnsitu” vaziyette izleyen Batılı seyyah ve araştırmacıların çizim, fotoğraf ve yorumlarıyla yayımladıkları bu figürlerin ait oldukları yapıları bu vesileyle tespit edebilmek mümkün olmaktadır. Elbette ki bu kabartmalar bulundukları yerlere sadece bir dekoratif eleman olarak konmamıştır. Bunlar yukarıda da belirtildiği üzere kaynağı Orta Asya’ya dayanan, buradan da İslam dünyasına yayılan ve “Avrasya Hayvan Üslubu” olarak da adlandırılan çoğunluğu Türklerin oluşturduğu İskit göçebe sanatından ilhamla vücuda getirilen eserler olup, her birine ayrı ayrı anlamlar yüklenmiştir.
Müzedeki figürlü eserler arasında insan ve hayvan kabartmaları en önemli grubu oluştururlar. Bağdaş kurarak oturan insan ile melek tasvirlerinin yanı sıra tek ve çift başlı kartal ile “siren” adı verilen insan başlı kuş, ejderler, kanatlı at, gergedan-fil, gergedan-boğa, aslan-boğa, aslan-ejder, aslan-yılan mücadelelerini konu alan parçalar geçmişi çok eskilere dayanan bir gelenek ve sembol zenginliğiyle ele alınmıştır. Kabartma tekniğinin bütün kademeleriyle işlenen bu parçaların aynı malzemeyle ele alınmış bir başka benzerleri bulunmamaktadır. Türklerde çok fazla benimsenen bağdaş kurarak oturma biçimi Selçuklu saraylarında bir simge hâline gelmiş, Sultan dâhil sarayın ileri gelenleri hemen hep bu oturuşla tasvir edilmişlerdir. Müzedeki örneğin dışında yine Kılıçarslan Köşkü ile Kubad-Abad Sarayı’nda çini üzerine tasvir edilen bağdaş kurarak oturanlar bunun en güzel temsilcileridir. Melek tasvirleri de yine Konya Kale’sinin kapılarına ait olan ve kalenin yıkılmasından sonra müzeye getirilen en büyük ve anıtsal kabartmalar olarak dikkati çekmektedir. Hayvan kabartmaları arasındaki tek ve çift başlı kartallar sadece Konya’da değil Türkiye Selçukluları figür dünyasında da ilk sırada gelen örnekler arasındadır. İnce Minare Müzesi’ndeki kartallardan birisi kale kitabesinin iki yanında tek başlı, diğer ikisi de çift başlı olarak tasvir edilmiştir. Selçuklular ve Alâeddin Keykubat’ın da arması olan kartal figürü, Orta Asya Türklerinde koruyucu ruh, kudret, kuvvet sembolü, özgürlüğün timsalidir, Selçuklu hükümdar çadırlarına kazanılan savaşın zafer işareti olarak dikilen hükümdar sembolüdür. Siren veya Harpi denilen insan başlı kuşun Konya Kalesi’nin kapılarından birine koruyucu, uğur-talih getirici tılsımlı bir yaratık olarak kabartıldığı düşünülmektedir. Mücadele sahneleri her zaman cezbedici konulardan olmuş ve çeşitli vesileyle sanat eserlerine yansımıştır. Şüphesiz ki bunda bulundukları kültür ortamı ve yaşadıkları coğrafyanın büyük rolü olmuştur. Nitekim Hun sanatında “Hayvan Üslubu”nun oluşumunda bu coğrafya ve hayat tarzının etkisini göz ardı etmek mümkün değildir. Bu sanatta stilize edilmiş hayvan mücadeleleri ön plana çıkmış ve aynı üslup asırlar sonra Selçuklu Anadolu’suna yansımıştır. Bu yansımanın en önemli numunelerinden Konya Kalesi’ne ait olanı bugün İnce Minare Müzesi’nde sergilenmektedir.
Yazılı ve yazılı-süslemeli olan örnekler müzedeki en kalabalık grubu teşkil ederler. Pek çoğu şehir merkezine ait yapıların kitabelerini oluşturan bu parçaların bazıları da çevre ilçelerden gelmiştir. Konya Kalesi başta olmak üzere medrese, mescit, darülhuffaz, hamam, kervansaray, mektep, sebil gibi Selçuklu, Beylik ve Osmanlı Dönemi eserlerine ait bu kitabeler genellikle taç kapılara yerleştirildikleri için cephenin durumuna ve zenginliğine göre daha çok kare, dikdörtgen ve kemerli olarak şekillenmişlerdir. Hepsinde malzeme olarak mermer ve taş kullanılmıştır. Konya çevresindeki ocaklardan çıkarılan bu malzemelerden mermer olanlarda beyaz ve gri renk tercih edilmiştir. Beyaz olanlar daha çok Konya Kalesi’ne ait özenle işlenmiş kalitesi yüksek parçalardır ve yüksek kabartma tekniğiyle ele alınmışlardır. Buna mukabil sert olduğu için işlemeye pek elverişli olmayan, renk ve kalitesinden dolayı işçiliği de göstermeyen gri renkli mermer kitabelerde, birkaç örneğin dışında yazılar fazla yüksek kabartılmadığı için plastikiteleri zayıf kalmıştır. Taş malzemeli olan kitabelerde Sille ve Gödene taşı kullanılmıştır. Kirli beyaz ve kahverengine yakın bu iki taş cinsi yumuşak, gözenekli ve dayanıksız olduklarından dolayı zaman içinde tahrip olmuş ve erimişlerdir; Nalıncı Baba Medresesi kitabesinde olduğu gibi bazılarının yazıları bu yüzden okunamaz durumdadır.
Geometrik parçalar sergilenen eserler arasında sayı olarak fazla değildir. Bunların da pek çoğu kırık ve eksik olduğu için hem bütün vaziyetleri bilinememekte, hem de hangi yapıda ve hangi yerlerde kullanıldıkları tam olarak tespit edilememektedir. Genellikle mermer malzemeye işlenen motifler, Türk taş dekorasyonunun ana karakterini oluşturan çokgen ve çok kollu yıldızların meydana getirdiği karmaşık geometri ile bunların etrafını kuşatan daha sade zencerek örgü ve geçmelerden müteşekkildir. Bunlardan yola çıkarak müzedeki geometrik parçaların yapıların ön cephelerinde, özellikle de taç kapılarında kullanıldıklarına hükmetmek mümkündür.
Müzedeki mezar taşları ayrı ve zengin bir grup oluştururlar. Selçuklu, Karamanoğlu ve Osmanlı Dönemine ait bu örnekler de yine Konya yöresinden çıkarılan mermer malzemeden işlenmişlerdir. Beyaz ve gri mermerin kullanıldığı mezar taşları, sandukalar ve şahideler olarak çeşitlenirler. Sandukalar baş taraftan ayakucuna doğru hafif daralmakta, dışarı doğru taşıntı yapan kaidenin üstüne silindirik veya semerdam şeklinde bir gövde oturmaktadır. Boylarının 50-60 cm ile 170-180 cm arasında değişmesi çocuklar ve büyüklere ait olduğunu göstermektedir. Kaidelerin yüzeyi genellikle sade bırakılmış, buna mukabil gövdeler hep süslü tutulmuştur. Tonoz şeklinde kavislenen silindirik formlu olanlarda yüzeyler enine silmelerle bölünerek içlerine birer satır yazı yazılmış, yazılı olmayan az sayıdaki örnekler ise bitkisel motiflerle tezyin edilmiştir. Sandukalardaki Selçuklu Döneminin süsleme ve form karakteri Karamanoğlu örneklerinde zenginleşerek devam etmiş, Osmanlılarda ise daha natüralist bir süsleme anlayışı ön plana çıkarak çiçek motifleri ana süsleme elemanı olmuştur. Şahideler sandukaların baş ve ayakuçlarına dikilen yazılı taş/mermer kitabeler olup, aynı zamanda orada yatan kişinin künyesini de belirleyen süslemeli taşlardır. Şahideler her zaman göz önünde bulunmaları sebebiyle estetik gaye, malzeme, form ve süsleme zenginliğiyle ön planda tutulmuş, bu yüzden de özenle işlenmişlerdir. Örnekler arasında bilhassa XV. yüzyıla tarihlenen Karamanoğlu şahideleri Selçuklu geleneğini daha da ileri taşıyan nadide parçalardır. Hepsinde temiz beyaz bir mermer kullanılmıştır. Bunların ortak özelliği düz sade bir kaidenin üstünde yükselen dikdörtgen gövdenin iki yanını sınırlayan sütuncelerin zikzak desenli ve burmalı gövdeleri ile zar başlıklarının çok zarif işlenmesi, dilimlenmiş ince bir boyunla da palmet şeklindeki bir tepeliğe bağlanmasıdır. Hemen hepsinde enine yazı kuşakları tekrarlanmaktadır.
Ahşap eserler, girişin sağındaki mekânda sergilenmektedir. Kapı kanatları arasında Selçuklulara ait Beyhekim Mescidi’nin, Karamanoğullarına ait Hasbey Darülhuffazı ile Ermenek Sipas Camii’nin ve Osmanlı Döneminin örnekleri bulunmaktadır. Pencere kapakları Selçuklu, Beylik dönemlerine ve Mevlevi Dergâhı’na aittir. Tavan göbeği olarak da Ereğli’den bir örnek teşhir edilmektedir. Ev eşyaları arasında ceviz ağacından oyulmuş ve birisi sedefle süslenmiş iki küçük çekmece dikkati çekmektedir. Selçuklu Dönemine ait Beyhekim Mescidi’nin kapı ve pencere kanatlarının işçilik kalitesi fevkalade yüksek tutulmuş, özellikle de kapı kanatlarına uygulanan eğri kesim tekniği sağlam kalabilen bu kanatlara ayrı bir değer kazandırmıştır. Karamanoğullarına ait olanlar da kalite ve işçilik açısından Selçuklu inceliğini devam ettirmekte, ancak Osmanlı Dönemindeki kalite düşüklüğü bariz olarak belli olmaktadır.