Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin altı cilt ve yaklaşık 25.700 beyitten meydana gelen Mesnevi, şerh ve tercümelerinin yanında Mevlevihanelerde, Darülmesnevilerde, konak ve camilerde okunarak yazıldığı günden itibaren toplumun kültür ve irfan hayatını besleyen en önemli kaynaklardan biridir. Müellif, eserini Keşşâfü’l-Kur’ân, Fıkh-ı Ekber, Hüsâmînâme ve Şaykalü’l-ervâh gibi isimlerle anar. Bununla birlikte, mesnevi nazım şekliyle yazılmış olması hasebiyle Mesnevî-i Ma’nevî veya daha çok Mesnevi olarak anılmıştır. Kelime anlamı itibariyle Mesnevi’yi okuyan anlamına gelen mesnevihan tabiri de eserin adından kaynaklanmaktadır. Mesnevihan, Mesnevi’yi okuyup halka anlatan tasavvufî vaaz yerinde kullanılan bir tabirdir. Mesnevi’yi belirli bir topluluğun huzurunda okuyan, nadiren teganni eden, kimi kelime, kavram ve sembolleri açıklayan, ilgili bölüm, beyit yahut mısranın telmih ettiği ayet ve hadislere işaret ederek şerh eden ve ele alınan tasavvufi konuları öğretenlere mesnevihan denir.
Mesnevihanlık başlangıçta Mevlevihanelerde dervişlere Mesnevi’yi okuyup öğretmekle görevli dedeyi ifade etmek için kullanılan bir tabirken, zamanla Mevlevi gelenek içinde manevi eğitim süreçlerinden geçmeyen, ancak Mesnevi okutan kimseler için de kullanılmıştır. Mevlevi kaynaklar, Mesnevi’yi ilk defa takrir eden kişinin Hüsameddin Çelebi olduğunu ileri sürer. Hüsameddin Çelebi, Mevlâna’nın musahibi ve kâtibi olarak yakınında bulunmuş, Mesnevi’yi yazmış ve bizzat müellifinden manasını öğrenmiş bir kişi olarak muayyen zamanlarda taliplere Mesnevi’yi okutmuştur. Bu bakımdan, mesnevihanlık görevinin müessisidir. O Seraceddin Mesnevihan gibi, ilk dönem mesnevihanlarını yetiştirmiştir. Daha sonra Sultan Veled de mesnevihan olarak benzeri görevi deruhte etmiştir. Dolayısıyla başlangıçta postnişinle mesnevihan aynı kişidir. Fakat Sultan Veled’den sonra postnişin olan Ulu Arif Çelebi, Mevleviliği farklı bölgelerde de tanıtmak için vaktinin büyük bir bölümünü seyahate ayırmak durumunda kaldığından asitanede* postnişine vekâleten başka kişiler mesnevihan olarak görevlendirilmeye başlanmıştır. Hüsameddin Çelebi’den mesnevihanlık icazeti alan Seraceddin Mesnevihan başta olmak üzere, Eflaki Dede, Abdülvahhap Hemedani ve Sevâkıb müellifi Mahmut Dede postnişin olmayan mesnevihanlar olarak asitanede görev yapmışlardır.
Mevlevi asitanesinde Ulu Arif Çelebi’nin geleneğine uyulmuş, çelebiler Mesnevi takriri görevini tayin ettikleri mesnevihanlar aracılığıyla sürdürmüşler; taşra dergâhlarında görevlendirilen meşayihin mesnevihanlık görevini de yerine getirmelerini istemişlerdir. Esasen bazı vakfiyelerden anladığımıza göre, mesnevihanlık, Mevlevihanede postnişin olma imkânını kolaylaştırmaktadır. Mesela Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde 636 numaralı defterin 1. sayfa, 1. sırasında kayıtlı bulunan “Mihrişah Sultan (Mihrişah Valide Sultan) Vakfı”na ait 1209 tarihli vakfiyede şu bilgiler yer almaktadır:
1. Galata Mevlevihanesi’nde şeyh olan meşhur şair Şeyh Mehmet Galip Dede (ö. 1799), salı ve cuma günleri olmak üzere haftada iki gün dergâhta Mesnevi takrir edecektir.
2. Bu dersleri sadece kendi tekkesindeki mürit ve muhibbanı değil, Kasımpaşa, Beşiktaş ve Yenikapı Mevlevihanelerinden gelenler ile bu yolun içerisinde olmayan, ama Mesnevi okumak isteyen kabiliyet sahibi kimseler de alabilecektir.
3. Mehmet Galip Dede’nin irtihalinden sonra da yerini dolduracak kişide öncelikli aranan husus, bu dersleri devam ettirebilecek bir salahiyete sahip olmasıdır.
Aynı vakfiyede Mesnevi okuyup, okutamayan kimseler “nâ-ehil” olarak nitelendirilmektedir. Bununla birlikte, zamanla Konya Asitanesi’nde bulunan çelebiler, Mevlevi tarikinde müstahlef (başkalarının yerine geçirilmiş) olmadıkları hâlde Mesnevi okuyan ve okutan bazı zevata mesnevihanlık destarı (beyaz destar) sarmaya izin vermişler ve icazetnameler göndermişlerdir. Böylece mesnevihanlık müessesesi sadece Mevlevihane’de zikredilen bir görev olmaktan çıkıp, daha başka kurum ve alanlara sirayet etmiştir.
İlk dönem mesnevihanları, aynı zamanda Mesnevi hafızları olarak bilinir. Bunlar mesnevihanlık kürsüsü adıyla anılan ve dergâhın en mutena yerinde kurulan kürsüye çıkarak Mesnevi’yi takrir ederlerdi. Yanlış okuma ve unutma ihtimaline karşı, mesnevihanlık kürsüsünün hemen yanında kurulan kürsüde oturan “Kâri-i Mesnevî” veya “Kâri Dede” denilen Mevlevi dedeleri ellerindeki nüshadan dersi takip ederler; gerektiğinde metinden hareketle gerekli düzeltmeyi yaparlardı. Sonraları Mesnevi hafızı mesnevihanlar yetişmediği veya az yetiştiği için mesnevihanlar ellerinde kitapla kürsüye çıkarak derslerini takrir etmiş, Kâri-i Mesneviler de okunacak dersin ilk beytini teberrüken okumuşlardır.
Mesnevi şarihi olarak ün kazanmış olan İsmail-i Ankaravi, mesnevihanlığa dair şu değerlendirmeleri yapmaktadır: “Gerçek şudur ki Mesnevî-i Şerîf kitâbını iyi bir şekilde bilen cehâlet ve gafletten kurtulur. Mesnevî’nin muhtevasıyla amel eden kimse, rabbânî âlimler ve Hak mürşidler mertebesine erer. Ancak Mesnevî’yi şuurlu bir biçimde bilmek, sadece şerhler vâsıtasıyla mümkin değildir. Mürşidi olmayan bir kimsenin de Mesnevî’den bildiğiyle amel etmesi bir netîce vermez. Mesnevî’nin kâmil bir üstâddan öğrenilmesi ve mürşidin Mesnevî hakkında buyurdukları üzere amel edilmesi gerekir. O zaman kişi, Mesnevî’den bir ilim sâhibi olur; peygamberler ve velîlerin ulaştıkları mertebe ve menzillere erer. Bu tarîkatta sülûk edenlerin, Mesnevî’deki ilmi ya şerhlerle ya bir kimseden okumakla ya da okuma yazma bilmiyor iseler yani ümmi iseler. Beyt:
Akıl sâhiplerinin aklının yetmeyeceği ilmi,
Allah erlerinin ağızlarından kalbinizle alınız,
sözünün gereğince, ricâl mertebesinde olan azîzlerin ağızlarından dinlemekle almaları gerekir. Böylece câhil ve gâfil kalmasınlar. Tarikattaki sülûkları onun bunun sözüne binâen olmasın. Zîrâ tarîkatta engeller pek çoktur. Ayrıca taklid ile kendilerini şeyh ve mürşid kabul ettirip, evliyâ sözleri söyleyen birçok düzme kişi vardır.” (Ankaravi, 2001, 137)
Ankaravi’den öğrenildiği kadarıyla, Mesnevi okumak, insanı cehaletten kurtararak peygamber ve velilerin ulaştıkları hakikate vâkıf kılar. Ancak bu yüceliğe, Mesnevi’nin “kâmil bir üstattan öğrenilmesi ve buyrulanlarla amel etmekle” erişilir. Tek başına okunan metin, satır aralarındaki hakikati görüp anlamaya imkân vermez. Bunun için Mesnevi’yi, “azizlerin ağızlarından dinlemekle almak” gerektir. Onun bu yaklaşımı, irfani bilginin en doğru ve feyizli aktarım yolunun bir şeyi ehlinden duymak ve dinlemek anlayışından kaynaklanır. Bu anlayış, ehl-i hadisin, rivayet zinciri ve duyarak rivayet etme prensibinden kaynaklanıyor olsa gerektir. Böylece mesnevihanlık müessesi, ilim ve kültür tarihimizde bir ilmi anlayışın izdüşümü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tâhirül-Mevlevi, Matbuat Âlemindeki Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri adlı hatıralarını topladığı eserinde, Abdulhalim Çelebi’nin kendisine takdim ettiği mesnevihanlık icazetnamesini almış ve nasıl mesnevihan olduğunu izah etmiştir. Bu icazete göre, mesnevihanlık icazeti herhangi bir kitabın takriri ve şerhine dönük izinden çok ötedir; aynı zamanda dedelik iznini de içerir.
Mesnevihanlık, icazete bağlı ve ders takririni esas alan bir kurumdur. Bununla birlikte İbrahim Şahidî’nin Tuhfe’sini okuyup Mesnevi dilini anlayacak kadar Farsçaya vâkıf olan bazı zevata da kimi mesnevihanlar icazet vermişlerdir (Gölpınarlı, 2006, 150-151). Öte yandan Mesnevi şarihleri de yazarak bu takrir işini devam ettirmektedirler. Bu yüzden onların da şarih-mesnevihan olarak nitelendirilmesi mümkündür. Mesela, her ne kadar bir mesnevihan olarak nitelendirilmese de Mesnevi’nin ilk 748 beytini (I. Cilt 1-328, II. Cilt 329-748) şerh ederek Rûhu’l-Mesnevî adıyla bir eser vücuda getiren İsmail Hakkı Bursevi (ö. 1725)’yi bir mesnevihan olarak görmek mümkündür. Nitekim Celvetî yolunun önemli şahsiyetlerinden olan Bursevi, sadece Rûhul-Mesnevî’de değil, diğer eserlerinde de Mesnevi’den yararlanmıştır. Hatta bu yolun piri olan Üftade (ö. 1580) rüyasında Mevlâna’yı görmüş ve onun telkinleriyle Farsçasını geliştirerek sohbetlerinde Mesnevi’den bazı beyitler okumuştur (Namlı, 2005, 439-453; Güleç, 2006, 113-118).
Mesnevi takriri sadece bir bilgi ve görgü aktarımı değildir; aynı zamanda bir dil öğretimidir de. Nitekim Anadolu’da çokça okunan Hafız’ın Dîvân’ı ve Sadi’nin Bostan ve Gülistan gibi Mesnevi’nin de Farsça oluşu, Mevlevilik ile birlikte bütün tarikat muhitlerinde bu dile karşı bir ilgi ve yakınlık uyandırmıştır. Mesnevi’yi okumak, okutmak, şerh etmek için Darülmesnevi (Mesnevihane) adıyla müesseseler kurulmuştur. Bir nevi Mesnevi enstitüsü olan bu merkezler yoluyla Farsçanın yanında bir tasavvufi-edebî zevk de cemiyete kazandırılmıştır.
Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Osmanlı arşivlerinde tarafımızdan yapılan araştırmalarda, darülmesnevi adıyla anılan bir kurumun oluşmasına dönük düzenlenmiş herhangi bir vakfiyeye rastlanmamıştır. Ancak bu, tasniflerin kâmilen tamamlanmasıyla daha da belirgin bir mahiyet kazanacaktır. Fakat eldeki bilgiler, Mevlevi olmayanlara Mesnevi okutmak için kurulan darülmesnevilerin ilk defa XIX. yüzyılda kurulduğu şeklindedir. Günümüzde Mesnevihane Tekkesi olarak da anılan bu darülmesnevi, Murat Molla Tekkesi’nin üçüncü postnişini, “Mesnevîhân-ı Şehîr” diye de tanınan Mehmet Murat Efendi (ö. 1848) tarafından 1844’te tesis edilmiştir (Yücer, 2003, 279-282). Mehmet Murat Efendi, aynı tekkenin ikinci postnişini olan Ahıskalı Seyyit Abdülhalim Efendi (ö. 1815)’nin oğludur. Döneminde İstanbul’un önde gelen Mesnevi şarihlerinden ve mesnevihanlarından biri olarak tanınmış, bu tekkeyi de özellikle Mesnevi eğitimi vermek amacıyla kurmuştur. Tekkenin kuruluşundan önce, Üsküdar Valide Sultan Camii vaizi olarak görev yaparken Halet Efendi’nin talebiyle Yenikapı Mevlevihanesi’nde de Mesnevi okutmuştur. 1925’e kadar Nakşibendî tarikatının denetiminde kalmış olan tekke kuruluş amacına uygun olarak, bir Mesnevi okulu gibi faaliyet göstermiştir (Tanman, 2004, 334-336). Hatta Cevdet Paşa’ya göre, Sultan Abdülaziz’in de hazır bulunduğu bir törenle açılmış olan bu tekke, âdeta darülfünun gibi hizmet vermiştir (Cevdet, 1991, 17).
Darülmesneviler, Mevlevihanelerin dışında faaliyet göstermiş, tarikatlardan herhangi birine mensup olsun veya olmasın herkese açık olmuştur. Murat Molla Tekkesi’ndeki özel derslere devam ederek Farsçasını geliştiren ve burada mesnevihanlık icazeti alan Cevdet Paşa’nın verdiği bilgiye göre, kendi döneminde iki meşhur mesnevihane vardı. Biri kendisinin de devam ettiği, Fatih-Çarşamba’daki Mehmet Murat Efendi’nin tesis ettiği Mesnevihane Tekkesi’dir. Cevdet Paşa, şeyhin tekkesinin yanında inşa ettirdiği darülmesnevinin özel misafirlerinin bulunduğunu, dönemin yerli ve yabancı devlet ve ilim adamlarının uğrak yeri bir ilim ve irfan mahfili olduğunu nakleder (Fatma Aliye, 1994, 42-52). Mesnevihanelerin ikincisi ise, Hoca Hüsameddin Efendi’nin (ö. 1285/1869) Küçükmustafapaşa’daki mesnevihanesidir. Mesnevi’ye vukufiyeti dolayısıyla “Çelebi Hüsâmeddîn-i Sânî” olarak da tanınan ve kendisine “Hâtime-i Mesnevîhânân” unvanı da verilen Hüsameddin Efendi, daha sonra tekkesini Eyüp’e nakletmiş ve orada hem bir yandan saliklere Nakşî yolunun esas ve erkânını telkin ederken, öte yandan da Mesnevi derslerine devam etmiştir.
Yine Cevdet Paşa’nın verdiği bilgilere göre, Mesnevi dersleri camilerde de verilir olmuş, böylece ilk defa Mesnevihan Mehmet Esat Dede (ö. 1911), Fatih Camii’nde Mesnevi okutmuştur. Eskişehir Mevlevihanesi şeyhi Hasan Hüsnü Dede’den hilafet ve mesnevihanlık icazeti almış olan Mehmet Esat Dede, hayatını, meraklılarına Farsça öğreterek Mesnevi, Hafız Divanı ve Gülistan gibi klasik eserleri okutarak geçirmiştir. Son zamanlarına kadar da Fatih Camii’nde Mesnevi-i Şerif ve bazı öğrencilerine de medresedeki hücresinde özel olarak çeşitli eserler okutmaya devam etmiştir (Hüseyin Vassaf, 1339, vr. 40, İnal, Türk Şairleri, 1999, I/493) Yenikapı Mevlevihanesi’nin son mesnevihanı olarak kabul edilen Tahirül-Mevlevi (ö. 1951), Ahmet Avni Konuk (ö. 1938) ve Hüseyin Vassaf (ö. 1929) ondan icazet almışlardır. Mehmet Esat Efendi’nin vefatından sonra, Fatih Camii’nde Mesnevi okutma görevini Karahisarlı Ahmet Efendi (ö. 1923) sürdürmüştür. Kararhisarlı Ahmet’in vefatından sonra ise, 1923-1925 yılları arasında burada Mesnevi okutma görevi Tahirül-Mevlevi’ye verilmiştir. 1948’den itibaren Süleymaniye ve daha sonra Laleli Camii’nde vefatına kadar mesnevihanlık görevini yürütmüştür (Can, 1996, 98). Keza Bayezit Camii ve Üsküdar’daki Sultan Mustafa Camii’nde de Ahmet Remzi Dede (ö. 1944) Mesnevi okutmuştur. Hasan Ünsi (ö. 1761) Ayasofya’da, Nakşî gelenekten gelen Erzurumlu Abdürrezzak İlmî Efendi (ö. 1907) de Sünbül Efendi, Koca Mustafa Paşa ve Bayezit camilerinde Mesnevi dersleri vermiştir.
Mevlâna, Nakşî çizgi içerisinde gelişen Müceddidî kolu da etkilemiştir. Bilhassa XVIII. yüzyıl sufi şairlerinden olan Müceddidî Neccarzade Mustafa Rıza Efendi (ö. 1746) ve onun muhitinde bulunan sufilerle bu etki daha da gelişmiştir. Neccarzade, Beşiktaş Mevlevihanesi postnişini Mesnevihan Mehmet Memiş Efendi (ö. 1723)’den Mesnevi okuyarak icazet almış ve tekkesinde Mesnevi okutmaya başlamıştır. Onun vesilesiyle irfana uyanan Muhammed Agâh (ö. 1770) aynı neşveyi devam ettirerek bu yolda büyük bir çığır açan Mehmet Emin Kerküki (ö. 1813)’yi yetiştirmiştir. Aynı zamanda bir hattat olan Mehmet Emin-i Kerküki, Bursa’daki Eminiyye Tekkesi’nin kurucusudur. Nakşibendîlikle Mevleviliği buluşturan Mehmet Agâh Efendi’nin irfani muhitinde bulunarak, her iki yolu da cem etmiştir. Eminiyye Tekkesi’nde, zikir ve ayinlerin yayınında Mesnevi’nin de okunduğu kaydedilmektedir. Böylece Kerküki’nin takipçileri Mevlevi kültürünü özümsemişlerdir. Ali Behçet Efendi (ö. 1822) ve Hatuniyye Tekkesi postnişini Hoca Hüsameddin Efendi (ö. 1864)’yi yetiştirmiştir.
Mevlevilik, diğer tarikatlar içerisinde sadece Nakşîliğe etki etmiştir denilemez. Aksine Mevleviliğin en kadim ilişki içerisinde bulunduğu irfani muhit Bektaşiliktir. Bundan başka Gülşeniliğin ve Melamiliğin de Mesnevi ortamından yararlandığı bilinen bir gerçektir. Hatta mesnevihan olarak da bilinen Hallac Baba Dergâhı postnişinlerinden Ahmet Ferit Efendi (ö. 1910) ile birlikte Sa’dilik ve Ömer Fuadi (ö. 1636) ve takipçileriyle birlikte Halvetilikte de Mevlâna tesirinden söz edilebilir.
Mevlâna’dan etkilenen ve Mevlevi kültüre katkısı olan şahsiyetlerden birisi de Kasımpaşa Uşşaki Tekkesi’nin postnişini meşhur müellif Hüseyin Vassaf (ö. 1929)’tır. Bir Uşşaki olarak Selanikli Mehmet Esat Dede’nin derslerine devam ederek mesnevihanlık icazeti alan Hüseyin Vassaf, araştırmaları sırasında Mevlâna’nın ve devrinin Mevlevi büyüklerinin eser ve görüşlerinden de sıkça yararlanır. Ayrıca Mehmet Esat Dede’yle ilgili Es’adnâme adlı bir de eser kaleme almış olan Vassaf, Ahmet Remzi Dede hakkında da Remzînâme’yi hazırlamıştır. Onun Sefîne-i Evliyâ isimli eseri mesnevihanlar ve içinde bulundukları irfani muhit açısından taranmış ve bir Kadirî, bir Rufai, üç Sa’di, on Nakşî, bir Gülşeni, bir Celvetî, üç Sünbüli, dört Uşşaki, üç Şabani ve bir de Ticani mesnevihan tespit edilmiştir.
Mesnevihanlık, Mevleviliğin dışındaki muhitlerde, XVIII. yüzyılın son çeyreğinde gelişme göstermiştir. Bilhassa meşhur mesnevihanlar Nakşîler arasından çıkmıştır. Bu durum, Mesnevi ekseninde farklı muhitleri bir araya getirmiştir; XVI-VII. yüzyıllarda cereyan eden, tekke-medrese çatışmaları da hatırlanırsa, tekkenin derlenip toparlandığı, aradaki ayrılık ve husumetleri gidermek için yeni buluşma zeminleri oluşturduğu şeklinde de değerlendirilebilir. Nihayet Mevlâna, bu dönemlerde de güncelliğini korumuş ve Türk irfan hayatını etkilemeye devam etmiştir.