Kelime olarak “işitmek, güzel ses ve şarkı dinlemek” anlamlarına gelen “semâ‘”, Mevlâna’nın yaşadığı dönemden (1207-1273) günümüze kadar Mevlevilerle özdeşleşen bir terim olarak literatürde yerini almıştır. Ayrıca bir de “semâ’” kelimesi vardır ki, “gökyüzü” anlamına gelir. Yazılışta ilkinin sonunda “ayn” harfi; ikincisinin sonunda ise “hemze” vardır. Her ikisi de Arapça olan bu kelimeler Latin harfleriyle yazıldığında zaman zaman karıştırılır. Hz. Mevlâna’nın Batıda tanınmasıyla sema’a gösterilen ilgi neticesinde “ruhanî konser” anlamına gelen “audition”, “spiritual audition”, “ecstatic hearing” gibi kelimelerle karşılanan sema, daha çok “whirling dance” veya “whirling dervishes” olarak bilinir. Son yıllarda Batılı bilim adamları “Sama” şeklinde kullanmaya da başlamışlardır.
İslam Tarihinde Sema
MÖ 5 bin yıllarına ait Mısır kabartmalarındaki ney’e benzer bir çalgıyla resmedilen insan (neyzen) şekilleri ve Göktürk kabartmalarında rastlanan dönen insan figürleri, sema ve ney’in tarihinin çok eskilere dayandığı, coğrafyasının genişliği ve farklı inanç sistemlerindeki önemi hakkında somut bilgiler vermektedir. İslam’la birlikte, Mevlâna’dan çok önceleri bazı sufilerin de sema yapar gibi dönerek ‘zikir’ yaptıkları kaynaklarda yer alır. Peygamber efendimizin mescitte raks eden Habeşîleri gördüğü vakit onları engellememesi, huzurunda şiir okuyan bazı şairlerin raks eder gibi cezbeye kapılarak dönmelerini hoş karşılaması da İslâm’da sema’ın caiz olabileceği yönünde anlayışı beraberinde getirmiştir. Cahiliye Devrinde rağbette olan şiir, musiki ve raksın İslam dininin esasları ile bağdaşıp bağdaşmadığı meselesi uzun zaman tartışmalara yol açmıştır. Bazıları bunlardan bilhassa musiki ve raksı mekruh ve hatta haram, bazıları ise, insanı musikiye ve raksa sevk eden sebepler ile bunların insanda uyandırdığı hislerin mahiyetine göre mubah saymışlardır. Ancak Kur’an-ı Kerim’de sema ve musiki kelimelerinin geçmemesi nedeniyle tarih boyunca musiki ve sema’ın mubah olup olmadığı yönündeki tartışmalar hep süregelmiştir.
İslam sufileri tarih boyunca yazdıkları sema’ı konu alan eserlerinde bu konuyu hep işlemiş, usullerini ve caiz olma şartlarını ortaya koymaya çalışmışlardır. Zünnûn-ı Mısrî, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Gazzâlî, Şihâbeddin-i Sühreverdî, Cüneyd-i Bağdadî, İbn Arabî, Ebu Said-i Ebulhayr ve Mevlâna gibi farklı dönemlerde yaşayan sufiler sema’ı tasnif etmişler, musiki ve şiiri Hak ile dinleyerek sema edenin hakikat mertebesine ulaşacağını, nefs ile dinleyenin ise zındıklığa düşeceğini vurgulamışlardır. Yine sufilere göre marifet ehlinin Hak ile yaptığı sema insanın ruhunu temizler, besler, sükûnete erdirir, avamın sema’ı ise oyun ve eğlenceden ibarettir. Cüneyd-i Bağdadi’ye göre marifet ehlinin sema’ında zaman, mekân ve ihvan şartı aranmalıdır. Ancak diğer sufilerin vurguladığı gibi sema’da esas olan şiiri veya musikiyi zahiren duymak değil gönül kulağı ile manasını hissetmek ve kalbi harekete geçirmektir. Bu takdirde vecd hâsıl olacaktır. Mevlâna’nın sema’ı da bu gruba girmekte ve zaman, mekân ve ihvan şartı aranmadan kalp ile hissedilen zahirî sesi nerde olursa olsun vecd hâline dönüştürmesidir. Mevlâna’nın hayatına baktığımızda bu vecd hâli, bazen bir kuyumcunun altın varağı örste döverken çekicin çıkardığı ahenkli sesle dükkânların arasında, bazen bir tilki derisi satan kişinin “tilki” sözünü “dil-kû” (Gönül nerede?) olarak algılayıp çarşının orta yerinde, değirmen taşının çıkardığı ahenkli sesle değirmende, ya da hamamda iken suyun sesiyle hamamın taşları üzerinde olabilmiştir. Bunun haricinde gerek Selçuklu sarayında gerekse davet edildiği meclislerde sohbet esnasında da vecde gelip sema’a kalkan ve kendisi ile birlikte -ehil olmasalar da- sema edenlere olumsuz bakmayan bir Mevlâna vardır; belli bir kurala bağlı olmaksızın saatlerce, hatta geceden sabaha kadar sema eden, gazellerinin çoğunu sema esnasında söyleyen, hatta bazı fetvaları sema esnasında yazdıran bir Mevlâna vardır. Şems-i Tebrizî ile karşılaşmadan önce (30 Kasım 1244) fetva makamında otururken kayınvalidesinden öğrendiği sema’ı az yapan, ancak bu karşılaşmanın ardından dersi, medreseyi, fetva makamını bir kenara bırakıp kıyafetini değiştirerek sema’a ağırlık verip şiir söylemeyi ön plana alan bir Mevlâna vardır.
Mevlâna’dan Sonra Sema
Döneminde belli bir usule bağlı olmadan farklı mekânlarda yapılan Mevlâna’nın sema’ı, bazen de medresede, Çelebi Hüsameddin’in evinde ve Meram’daki bağında, dönemin ileri gelenlerinin evlerinde ve Sadreddin-i Konevi’nin medresesinde düzenleniyordu. Tabii ki bu törenler ve Mevlâna’nın sema yapmasından rahatsız olanlar vardı. Dönemin kadısı Siraceddin-i Urmuyevi’ye gelip sema’ı yasaklatmak için başvurmuşlardı.
Mevlâna’nın vefatının ardından onun makamına geçen Çelebi Hüsameddin, bir yandan şeyhi Mevlâna’nın yolunu devam ettirmek için bir tarikat oluşumu içine giriyor, diğer yandan da bu yolun esaslarını belirlemeye çalışıyordu. Mevlâna’nın sema’ını devam ettirme adına cuma namazını müteakip Kur’an-ı Kerim okutuyor, Mesnevi okunarak şerh ediliyor ve ardından toplu bir hâlde sema yapılmasını kurala bağlıyordu. Çelebi Hüsameddin’in vefatının ardından (1284) yerine geçen Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (ö. 1312) bu usulü devam ettirirken sema’a kalkmadan önce semazenlerin ayakta dairevi şekilde dönerek selamlaşmaları (Devr-i Veledî) kuralını getiriyordu. İleriki yüzyıllarda bu temel üzerine bina edilen Mevlevilik adap ve erkânı ile birlikte sema da XV. yüzyılda Mevlâna makamında oturan Pir Adil Çelebi’nin (ö. 1460) meşihatı döneminde yeniden yapılanma içine girmiş ve günümüze kadar büyük bir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Mevlevilik tarihi içerisinde de Mevlevi olmak isteyenlerin mecburi öğrenmeleri gereken bir usul olarak kurala bağlanmıştır.
Mevlevi Sema’ı (Mukâbele-i Şerîf)
Sema, Mevlâna, denince ilk akla gelen, görselliği ve estetiği ile seyreden herkesi etkileyen bir ritüeldir. Öyle ki, yüzyıllar boyunca olduğu gibi günümüzde de gerek ülkemizde ve gerekse tüm dünyada ilgi uyandırmaktadır. Mevlâna’nın döneminden günümüze kadar sadece Sultan IV. Murat zamanında on sekiz yıl yasaklanmasının haricinde (1666-1684) halktan, devlet adamlarından ve yabancı milletler tarafından oldukça ilgi gören sema, Türk kültürünün de önemli bir tanıtım unsuru olmuştur.
Kendisi için özel bestelenmiş musikisi (âyîn-i şerîf) ve içerdiği manasıyla sema’ın görselliği dışında apayrı bir anlamı vardır. Mevlâna, sema’ı tarif ederken: “Fanilik içinde beka zevkini tatmak, Allah’ın sırrına aracısız ulaşmak, Allah’la buluşmak ve aşkı kucaklayıp bağrına basmak” gibi cümlelerle açıklamaya çalışır. Bu, aynı zamanda Mevlâna’nın ilahi aşkla yanan gönlünün sema şeklinde bir yansımasıdır.
Mevlevilik tarihi içerisinde Divane Mehmet Çelebi (ö. 1529[?]), Rusuhi Ankaravi (ö. 1631), Kösec Ahmet Dede (ö. 1777), Şeyh Galip (ö. 1799), Mesnevihan Feyzullah Efendi (ö. 1807), Seyyit Sahih Ahmet Dede (ö. 1813) gibi Mevleviler sema usul ve adabına dair eserler yazsa da Mukabele-i Şerif’in, hatta semazen kıyafetlerinin bugünkü hâlini ne zaman ve nasıl aldığı kesin olarak bilinememektedir.
Genel olarak bir bütün şeklinde değerlendirilen sema ve musikisi, semazenlerin sağ ayak başparmağını sol ayak başparmağı üzerine koyarak (ayak mühürlemek) yarı secde eder gibi birbirleriyle selamlaşmaları (baş kesme), dört Selam’lık sema, sonunda okunan Kur’an-ı Kerim ve duası ile bölüm bölüm farklı anlamlar içerir. Bu anlamlar konusunda da birbirine yakın çeşitli bilgiler olsa da en yaygın kanaat, dört ana bölüm olduğu ve şu manaları taşıdığıdır:
1. Bölüm: Musikisiz olarak okunan naat-ı şerif, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)’in anılması. Çünkü O’nu methetmek, O’nu yaratan Allah’ı ve O’ndan önce teşrif eden bütün peygamberleri methetmektir.
2. Bölüm: Ney taksimi ile ilahi nefesi temsildir; yani beden olarak topraktan yaratılan insanın can olarak Allah’tan bir parça olduğunun vurgulanmasıdır.
3. Bölüm: İlk iki bölümü huşu ile oturarak dinleyen postnişin, semazenbaşı ve semazenlerin ayağa kalkarak dairesel bir döngüyle (Devr-i Veledî) Hz. Mevlâna’yı (veya bazılarınca Peygamber efendimizi) temsil ettiğine inanılan kırmızı postun önünde üç tur birbirleriyle selamlaşmaları. Bu da onların birbirlerini selamlıyor gibi görünse de Allah katından bir can taşımaları sebebiyle Yaradan’ın anılışıdır, O’na selamdır.
4. Bölüm: Kendi içerisinde dört Selam’ı barındıran bu bölüm, semazenlerin kısa aralıklarla sema’a kalkmasıdır. İlkinde Yaradan’ın yüceliği kavranarak kulluğun acziyetinin daha iyi anlaşılması, ikincisinde Allah’ın yarattıklarının muhasebesi yapılıp O’nun büyüklüğünün idrak edilmesi, üçüncüsünde aşk ateşiyle benliğini yakıp bütün uzuvlarında Allah’ı hissetmesi (Fenafillâh) vurgulanır. Bu esnada ise semazenler bedeni ile dönerken kalbi ve dili ile de Allah’ı zikreder (Zikr-i Celâl). Semazenbaşı ise aralarında gezinerek birbirlerine olan mesafenin korunması konusunda onlara yardımcı olur. Postnişin olarak da adlandırılan ve Mevlâna’yı temsil eden kişi ise (şeyh efendi) kırmızı postun ucunda ayakta durarak içinden belirli dualar okur. Sema’ın bittiği dördüncü Selam’da ise semazenler, kulluk vazifesini yapmanın verdiği zevk ve huzur ile yerlerine otururlarken Kur’an-ı Kerim’den bir ayet okunur ve semazenbaşının gülbangi ve postnişinin duasıyla sema son bulur. Sema’dan sonra genellikle lokma edilir ve herkes hücresine giderek tefekküre dalar (Sema’ın çeşitleri ve Mevlevilikte sema eğitimi için bk. Mevlevilik*).
Bazı bilim adamları sema yapılan yeri (semahane) yuvarlak olmasından dolayı dünyaya, postnişini güneşe, semazenbaşını aya ve semazenleri de gezegenlere benzeterek sema’ın güneş sisteminin bir anlatımı olduğunu vurgularken, bazı bilim adamları da bu konsepti atoma benzetir. Postnişin ve semazenbaşının atom çekirdeğini (nucleus) oluşturan nötron ve protonları, semazenler de bu çekirdeğin etrafında dönen elektronları temsil ettiğinin tespitini yaparlar. Bu tespit ilk bakışta hayalî gibi gelse de Mevlâna, en önemli eseri Mesnevi’de “zerre” kelimesini açıklarken bugünkü teknolojiyle kanıtlanabilen atomun (zerre) patlayabileceğini söylemesi bu tespiti kısmen hayal olmaktan çıkarmakta ve kendisine karşı olan hayranlığı bir kat daha artırmaktadır.
Sema’ın bu tarzlardaki vasıflandırılmasının yanı sıra, hakkında tıbbi açıdan bazı araştırmalar da yapılmıştır. Bu araştırmalar neticesinde; semazenlerin törenler dışında da her gün egzersiz (meşk) yapması sebebiyle kalp-damar hastalıklarına sebep olan kolesterol, serum lipit ve trigliserid gibi kan değerlerinin normal derecelerde olduğu; sema esnasındaki baş ve bedenlerinin açısı sebebiyle baş dönmesi meydana gelmediği ve sema’dan alınan zevk, neşe ve girilen trans (cezbe) hâlinin de psikolojik olarak kendilerini rahatlattığı sonucuna ulaşılmıştır.
Semazen Kıyafeti ve Sembolleri
Semazen kıyafetinin bugünkü hâliyle ne zamandan beri kullanıldığı veya bu tarzın hangi yüzyılda benimsendiği konusunda net bir bilgi mevcut değildir. Ancak, Mevlevilik geleneğinde belirginleştirilen bir usulün öyle kolay kolay bozulmadığı hatırlanırsa, kıyafetteki bu tarzın da çok eskilere dayandığı söylenebilir. Buna göre bir semazen kıyafetinin parçaları ve anlamları şunlardır:
Bir düşman gibi kapkara olan nefsi temsil eden; bundan dolayı insanın bütün bedenini kaplar büyüklükte olan ve sema’a başlarken çıkarılan (arınılan) hırka; ölünce başucuna dikilen mezar taşını temsil eden külah (sikke); içine giyilen beyaz gömlek; onun üstüne giyilen uzun kollu beyaz yelek (destegül); bele bağlanan kemer (elif-i nemed; elfî nemed); dar paçalı pantolon; son yüzyıllarda kullanılmaya başlanan ve dönüşü (çark) kolaylaştıran tabanı köselesiz yumuşak deriden yapılmış mest ve sema ederken daire şeklinde açılmasıyla gözlerden gönle mesajlar ileten tennure. Bu da: “Ölmeden önce öldüm ve sana geldim ey Rabbim” mesajını içerir ve kefeni temsil eder. Ayrıca tarihte padişahlar ve büyük kişiler tarafından özel kişilere hediye edilen elbiselere (hilat) ithafen bu mana çerçevesinde de değerlendirilir ve manevi makamdan giydirilen bir kıyafet olarak telakki edilir (bk. Tennure*).
Semazen kıyafetinin içerdiği bu anlamlar yanında, sema’a başlamadan semazenin kollarının iki omzuna değecek şekilde çapraz durması (niyaz), Arap harfleriyle yazılan “Allah” kelimesinin “elif”ini; sema’a başladıktan sonra kollarını iki yana açarak sağdan sola, yani “gönül”e doğru dönmesi, kâinatı bütün kalbiyle kucaklaması; yukarı dönük olan sağ avucu ile Hak’tan aldığını, avuca yere dönük olan sol eli ile halka dağıtması anlamlarını da barındırır. Ayrıca semazenin sema ederken ellerini iki yana açması yine Arapçada “lâ” yani yoktur; “Lâ ilâhe ill’allâh”ın (Allah’tan başka ilah yoktur) ifadesidir.
Sadece gözle seyredildiğinde bile insanları etkileyen ve 800 yıla yakın bir tarihi geçmişi olan bu anlamlı dönüş Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından da koruma altına alınmış ve yozlaştırılmadan gelecek kuşaklara doğru bir şekilde aktarılması ve usulüne göre yapılması konusunda çalışmalara başlanmıştır. UNESCO’nun Kasım 2005 tarihinde aldığı bu tarihî kararla da sema, Somut Olmayan Kültürel Dünya Mirası (SOKÜM) listesine alınarak günümüz küresel dünya kültürü arasında resmî olarak yerini almış oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı da 22 Ekim 2008 tarihinde bir genelge yayımlayarak bu manalı “dönüş”ün aslına uygun mekânlarda ve ehil kişiler tarafından yapılması yönünde ilgilileri uyarmıştır.