ALÂEDDİN KEYKUBAT I

Türkiye Selçukluları sultanı. (ö. 634/1237)

Zamanı, Türkiye Selçuklularının en güçlü ve en parlak dönemi olan I. Alâeddin Keykubat, I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in oğludur. Babası, kardeşi Rükneddin Süleyman-şah tarafından 1196 yılında tahttan indirilip yurt dışına sürüldüğü zaman o henüz omuzlarda taşınan bir çocuktu.

I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in uzun ve maceralı yolculuğu esnasında Alâeddin Keykubat, babasının etrafındaki kalabalık cemaatle birlikte Trabzon’dan deniz yoluyla İstanbul’a gelerek Bizans’a sığındılar. Dokuz yıl süren bu sürgün hayatında, I. Gıyaseddin Keyhusrev’in kayınpederi Komnenoslar hanedanından Manuel Mavrazemos’un konuğu oldular. Alâeddin Keykubat ve ağabeyi İzzeddin Keykavus’un delikanlılık ve tahsil çağları bu sürgün döneminde İstanbul’da geçti. Bu iki şehzade babalarının Atabeği olan Seyfeddin Ayaba’nın gözetiminde eğitim ve öğretim görürlerken Arapça, Farsça yanında Rumcayı da öğrendiler (İbn Bibi, 1956, 264-273). Özellikle şehzadelerin günümüze ulaşan Farsça şiirlerinden yüksek derecede Farsça öğrendikleri anlaşılmaktadır.

Türkiye Selçuklularında şehzadeler melik statüsü ile gönderildikleri belli şehirlerde eğitim ve öğretim görürlerdi. Malatya ve Tokat bu şehirlerdendi. I. Gıyaseddin Keyhüsrev, sürgün hayatından sonra tekrar Anadolu’ya dönüp ikinci defa tahta geçince büyük oğlu İzzeddin Keykavus’u Malatya’ya, ikinci oğlu Alâeddin Keykubat’ı Tokat’a gönderdi. İzzeddin Keykavus’un melik olduğu dönemde Malatya’da çok sayıda tanınmış ilim ve fikir adamı bulunuyordu. Muhyiddin İbnül-Arabî, Şeyh Mecdüddin İshak (Sadreddin Konevî’nin babası) Muhaddis Ebül-Hasan Ali elİskenderanî, Muhammed el-Gazî el-Malatî bunlardan birkaçıdır. Keykavus, bu bilginlerden ders aldı. Lakin Alâeddin Keykubat’ın melik bulunduğu Tokat’ta kimler vardı ve ona lalalık yapan bilim ve fikir adamları kimlerdi? Bu konuda günümüze herhangi bilgi ulaşmış değildir. Ancak tıp ilmine dair eserleri ile tanıdığımız Hâkim Bereket tam o tarihlerde Amasya’da bulunuyordu. Alâeddin Keykubat’ın bu Türkmen bilgesine yakınlığı bulunduğu muhakkaktır. Keykubat’ın amcası II. Süleyman-şah da Tokat bölgesi şehzadesiyken kardeşi I. Gıyaseddin Keyhüsrev’i tahttan indirerek onun yerine geçmişti. Süleyman-şah, felsefeye ve tabiat bilimlerine vakıf sanatkâr ruhlu bir sultan idi (İbnü’l-Esîr, 1966, XII/196). O, burada Danişment Oğulları’ndan tevarüs eden belli bir zihniyete dayalı bilimsel bir çevrede yetişmişti (Bayram, 2005, 131-147). Alâeddin Keykubat da zihniyet bakımından ona benzemektedir.

Selçuklu Döneminde Malatya ve çevresinde İran millî kültürü, Tokat ve çevresinde ise Türkmencilik ülküsü kuvvetli idi. Onun için bu iki yörenin halkı arasında şiddetli fikrî ve siyasî rekabet yaşanmaktaydı. Dolayısıyla bu iki vilayetin halkı kendi şehzadelerini iktidara getirmek, sultan yapmak yönünde faaliyette bulunmaktaydılar. Bu yüzden Gıyaseddin Keyhüsrev 1211 yılında vefat edince Malatya Şehzadesi İzzeddin Keykavus ile Tokat Şehzadesi Alâeddin Keykubat arasında taht mücadelesi baş gösterdi. Devlet ileri gelenleri İzzeddin Keykavus’u tahta oturtunca Keykubat başkent Kayseri’yi muhasara altına alarak tahtı ele geçirmeye çalıştı. Amcası Erzurum Meliki Muğisüddin Tuğrul ile Ermeni Kralı Leon da belli miktarda askeri ile ona destek veriyorlardı (İbn Bibi, 1956, 114-120). Fakat savaş sırasında onlar Alâeddin’i terk ettiler Bu mücadelede I. İzzeddin Keykavus ve taraftarları galip gelince Alâeddin Keykubat Ankara Kalesi’ne çekildi ve burada direnişini sürdürmeye devam etti. İzzeddin de onu orada muhasara altına aldı. Ancak devlet adamları husumeti ortadan kaldırmak, savaş zayiatını önlemek için araya girerek meseleyi anlaşma ile hallettiler. Bu anlaşma gereği Keykubat öldürülmeyip Malatya yakınlarındaki Minşar Kalesi’nde tutuklandı (İbn Bibi, 1956, 133-139). Böylece Alâeddin Keykubat, kardeşinin iktidarı süresince sekiz yıl burada tutuklu kaldı. O dönemde bazı çevrelerin Keykubat’a şiddetle muhalif oldukları görülmektedir. Bu muhalefetin sebebi de dinî ve siyasîdir. Bunlar genellikle İranî çevrelerdi. Kardeşi I. İzzeddin Keykavus 1219’da Sivas’ta bir suikast sonucu öldürülünce (Sivasî, Menakıb, 306; en-Nigidî, 148a) ona muhalif olan ümera, Minşar Kalesi’nde tutuklu bulunan Keykubat’ı tahta oturtmakta tereddüt etmişlerdi. Fakat birtakım istişareler sonunda aralarında bir heyet oluşturdular ve bu heyeti Keykubat’a gönderdiler. Ondan eskiden aralarında meydana gelen olaylarla ve husumetlerle ilgili olarak güvenceler aldıktan sonra onu oradan alıp Sivas’a getirdiler. Keykubat’ın ilk cülus töreni burada yapıldı. Daha sonra topluca Kayseri’ye oradan da Konya’ya gelerek asıl görkemli cülus törenini burada yaptılar (İbn Bibi, 1956, 200-221; Tarih-i Âl-i Selçuk, 1377, 87-88).

Alâeddin Keykubat’ın şehzadeliğinin ve eğitim öğretiminin geçtiği Tokat bölgesi, o dönemde Danişment İli diye anılıyordu. Çünkü Danişment Oğulları Devleti bu bölgede kurulmuştu. Yüz sene bu bölgede hüküm süren Danişment Oğulları, topraklarında Türk millî kültürüne dayalı bir mefkûreyle gazilik ruhunu yerleştirmiş ve bunu devlet politikası hâline getirmişlerdi. Ülkelerinde birçok medrese kurarak tabii bilimlerin tedris edilmesini ve böylece bilimsel zihniyetin yerleşmesi ve gelişmesini sağlamışlardı. Danişment Oğullarının bu bölgeye yerleştirdikleri bu zihniyet Osmanlılar zamanında da bir süre devam etmiştir. Ünlü Osmanlı tarihçisi Paul Wittek, Timur Leng’in Anadolu’yu istila etmesinden sonra parçalanan Osmanlı Devleti’nin birliğini Amasya Şehzadesi I. Mehmet Çelebi’nin yeniden sağlamış olmasını bu şehzadenin on sene dağlık Amasya bölgesinde Danişment Oğullarından intikal eden millî şuur ve gazilik ruhu içinde yetişmesi ve bu ruh ve şuur ile yeniden tav almış olması ile izah eder (Wittek, 1943, 582). İşte Alâeddin Keykubat şehzadelik döneminde Danişment İli’nde, Türkmencilik ruhu ve gazilik ülküsü içinde yetişmiştir. Bu yüzden o dönemde Türkmenler ona “Uluğ Sultan” diyorlardı (Anamur Ak Mescit kitabesi).

Abbasi Halifesi en-Nâsır li-Dinillah’ın kurduğu Fütüvvet Teşkilâtı’nın “Şeyhu’ş-şuyuh”u Şihabüddin es-Suhreverdî 1220 yılında Alâeddin Keykubat’a fütüvvet üniforması kuşatmak üzere Anadolu’ya geldiğinde bir süre Malatya’da kalmıştı. O Malatya’da iken Kubreviyye Tarikatı şeyhi Necmeddin-i Daye telif etmiş olduğu Mirsadü’l-ibad adlı eserini Şeyh Şihabüddin-i Sührederdî’ye takdim etmiş, o da eseri mütalaa edince çok beğenmiş ve yazarına: “Bu Diyar-ı Rum’un genç, bilgili, ilmi ve ilim adamlarını himaye eden bir sultanı var. Sen bu eserini ona ithaf et” demiş ve onun bu tavsiyesi üzerine Şeyh Necmeddin-i Daye de eserini Uluğ Sultan Alâeddin Keykubat’a sunmuştur (Riyahi, 1366, 20-22). İbn Bibi’nin anlattığına göre Beyşehir Gölü kenarında inşa edilen Kubad-âbad Sarayı’nın tamamlandığı tarihte Alâeddin Keykubat burada tatil yaparken birtakım ilim adamları Kubad-âbad’a gitmişler, sultan adına kaleme aldıkları eserlerini kendisine takdim etmişler, Sultan da bu gelen ilim adamlarıyla günlerce sohbetlerde bulunmuş, onların eserlerini mütalaa etmiş ve onlara büyük izzet, ikram ve ihsanlarda bulunmuştur (İbn Bibi, 1956, 307).

Sultan Keykubat tabiatı çok seven bir kişiliğe sahiptir. Bu tabiatta oluşundan dolayı Konya Beyşehir Gölü kenarında nefis manzaralı bir yere, Alanya’da Alanya Kalesi’nde ve denize nazır bir noktada, Kayseri’de Erkilet yakınlarında Erciyes’e nazır bir göl kenarında birer saray yaptırmıştır.

İlim severliğinden olmalı ki, Sultan Alâeddin Keykubat’a on iki eser sunulmuştur. Bu eserlerden dört tanesini Ahi teşkilatının baş mimarı olan Ahi Evren Hace Nasırüddin Mahmut sunmuştur (Bayram, 2005c, 11-12). İbn Bibi, Alâeddin Keykubat’ın ibadete riayet eden ve okumayı seven bir sultan olduğunu, Nizamülmülk’ün Siyaset-name’si ile İmam Gazzali’nin Kimya-i Saadet’ini ve Kâbus-i Vişumgir’in Kâbus-nâme’sini çokça okuduğunu ve fakat heyet (astronomi) ilmine dair eserleri okumayı pek sevdiğini anlatmaktadır (İbn bibi, 1956, 228). Pek tabiidir ki, heyet ilmine dair eserleri okuyabilmek için iyi derecede matematik ve geometri bilmek gerekir. Demek ki, Uluğ Sultan tabii ve akli ilimlere vakıf bir kişi idi. İbn Sina’nın bazı eserlerini tercüme ettirmesi (Tercüme-i en-Nefsü’n-nâtıka) de onun tabiat bilimlerine vukufuna şahadet eder. İbn Bibi’nin bildirdiğine göre babası da İbn Sina’nın hayranlarındandı (İbn Bibi, 1956, 25).

Alâeddin Keykubat böylesine bilge bir sultan olmasına rağmen Şems-i Tebrizî, bu sultana şiddetli muhalefetinden dolayı Makalât’ında onun hakkında şöyle demektedir: “Sultan Alâeddin cahil ve cimrinin tekiydi. Satranç oynamaktan ve iyi ok atmaktan başka bir marifeti yoktu” (Makalât-i Şems, 1377, I/333). Evvelâ Şems-i Tebrizî zihniyet ve dinî eğilim bakımından bu sultana muhalif idi. Onun hakkındaki bu beyanında samimi değildir. Şems’in bu beyanına dayanarak Muhammed Emin Riyahi’nin de Alâeddin Keykubat’ı gereği gibi takdir edemediği görülmektedir (Riyahi, 1396). Oysa Ahi Evren, ona ithaf ettiği Yezdan-şinaht adlı eserinin hatimesinde onun bilge kişiliği hakkında şöyle demektedir: “İlahi ve tabii bilimlerin meselelerinden olan hikmet sırlarını bu eserde açtım. Yunanlılardan bu güne kadar hükema bu sırları böylesine ifşa etmeği reva görmemişlerdir. (…) Aristo bu yüksek sırların ancak istidat sahibi olanlara açılabileceğini söylemiştir. Fakat ben zaif ve hadim kul o Yüce Meclis’te (Alâeddin Keykubat’ın huzurunda) o istidadı gördüğümden bu özlü risaleyi tasnif edip bu yüksek hediyeyi ve ebedi saadet vesilesi olacak olan bu eseri yüce huzura göndermeği vacip gördüm. Bu eser o Yüce Meclis’e has ve ona yadigârdır…” (Yezdan-şinaht, 138b). Ahi Evren’in bu ifadelerinden Uluğ Sultan Alâeddin Keykubat’ın bilge kişiliği ve bilimsel zihniyeti hakkında güvenli ve kesin bir bilgi edinilmektedir. Ona ithaf edilen diğer eserlerde de Keykubat’ın bilge kişiliği hakkında buna benzer ifadeler bulunmaktadır.

Alâeddin Keykubat tahta geçince Konya’yı kendisine başkent edindi. Ancak Konya’nın dış saldırılara karşı savunma durumunun zayıf olduğunu müşahede edince, şehrin saldırılara karşı güvenliğini sağlamak maksadıyla 140 emiri görevlendirerek şehrin etrafına iç ve dış olmak üzere iki sıra sur inşa ettirdi (Tarih-i Âl-i Selçuk, 1377, 89-90). Bu surların inşası için emirlerin büyük paralar harcadıkları anlaşılmaktadır. Aynı maksatla Kayseri ve Sivas surlarını da onarttı.

Ahi Evren’i Kayseri’den Konya’ya getirterek Selçuklu Gulamhanesi’ne (Hanikâh-i Sultanî) lala olarak tayin etti. Hanikâh-i Ziya ile saray mektebi konumunda olan Hanikâh-i Sultanî’nin şeyhliğini (lalalığını) yapan Ahi Evren’in etrafında pek çok muteber talebesi vardı (Eflâkî, 1959, I/188-190). Uluğ Sultan Keykubat ile Ahi Evren arasındaki bu yakınlık, Ahiliğin başşehir Konya’da ve Anadolu’nun diğer şehirlerinde örgütlenmesine de vesile oldu. Keykubat, Anadolu’daki şehirlerde güvenlik ve ticarî faaliyetlerin düzen ve intizamının sağlanmasını Ahilere verdi. İlk defa onun zamanında Ahiler bellerinde kama taşımaya başladılar. Ahi Teşkilâtı devletin yapısı içerisine alındı.

Sultan Alâeddin’e muhalif olan yöneticiler -ki genellikle İranî çevreler idi- saltanatının ilk yıllarında Kayseri’de Ahilerin ve Türkmen dervişlerin kazançlarına el koyunca Kayseri’deki yöneticiler ile Ahiler arasında gergin bir ortam oluşmuştu. Bu yöneticilerin asıl amacı Alâeddin Keykubat’a gözdağı vermek ve güçlerini hissettirmek idi. Türkmen Şeyh Evhadüddin-i Kirmanî bir mektup yazarak Kayseri’deki bu gergin durumu Alâeddin Keykubat’a bildirdi. Evhadüddin’in bu mektubunda yer alan rubaisi Kayseri’deki olayın mahiyeti hakkında bir fikir vermektedir. Bu rubaide şöyle denmektedir:

“Her kim gönül kanıyla bir dirhem biriktirmişse onu sana vermedikçe sen onlara rahat vermiyorsun. Herkesi inciterek göçüp gideceksin. Bari onların malını kendilerine ver de öyle git.” (Enisü’t-talibin, 50b) Bu ve buna benzer şikâyetler üzerine Sultan, gecikmeden Alanya’dan Kayseri’ye geçip Türkmen ve Ahiler lehine bir siyaset uygulayarak muhaliflerini bertaraf etti (Tarih-i Âl-i Selçuk, 1377, 89). Fakat bu olaydan sonra da İranî çevreler gizliden gizliye muhalefet faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

Sultan Alâeddin’in en önemli ve dikkat çeken yönü Anadolu’daki gayrimüslim halkla iyi bir diyalog içinde bulunması ve ülkede müsamaha ortamı yaratmış olmasıdır. Kalonoros’un (Alanya) fethi sırasında Muzaffereddin Ertokuş ve Emir Mavrazemos gibi Rum kökenli emirler vasıtası ile Alara Kalesi’nde savunmaya çekilen bölgenin hâkimi Kyr Fard ile diyaloga girip, onu ikna ve razı ederek Kalonoros ve Alara’yı; Akdeniz sahil komutanı Mübarizüddin Çavlı komutasındaki Selçuklu kuvvetleri de Silifke’den Anamur’a kadar yedi kaleyi 1223’te fethetti (Tarih-i Âl-i Selçuk, 1377, 89). Bunun sonucu olarak Franklar Akdeniz sahillerindeki kale ve tersaneleri boşaltıp Kıbrıs’a sığınmak zorunda kaldılar. Keykubat, yeniden inşa ettirdiği Kalonoros’a kendi isminden mülhem Alâiyye adını verdi. Alâiyye halk ağzında zamanla Alanya’ya dönüşmüştür. Kyr Fard ile yapılan antlaşma doğrultusunda Akşehir ve çevresindeki beldeleri ona ikta etti. Yanı sıra Kyr Fart’ın kız kardeşi Hond Hatun ile de evlenip onunla akrabalık tesis ederek ona güvence verdi. Bu arada Emir Kamerüddin de Silifke’ye kadar bütün Göksu Vadisi ve Ermenek’i fethetti. Kalabalık Türkmen taifeler buralara yerleştirilip Emir Kamerüddin de bölgeye vali tayin edilerek ismi bölgeye verildi. Bu başarılardan sonra Alâeddin Keykubat kendinden önceki sultanlar gibi kendini sadece “Sultanü’l-Arabi ve’l-Acem” olarak değil; Alara Kervansarayı kitabesinde kaydedildiği üzere “Rum, Ermeni ve Frenk” halklarının da hakanı olarak nitelendirdi.

Keykubat 623/1226 yılında Doğu Anadolu’ya bir sefer düzenledi. Emir Seyfeddin Tuğrul, Mübarizüddin Çavlı ve Esedüddin Ayaz komutasındaki Selçuklu ordusu yol boyunca Ahlat, Hısnımansur (Adıyaman), Çemişgezek ve Harput kalelerini aldı. Sultanın yakınlarından (havas) olan Emir Seyfeddin Tuğrul, Harput Kalesi burcuna Alâeddin Keykubat’ın çift başlı kartal motifli sancağını (çetr-i ukab-dar) dikti (İbn Bibi, 1956, 440-445). Bu sefer sırasında Keykubat, Mengüçek İli’ni de zapt etti. Oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’i buraya melik olarak tayin etti. Bu arada Emir Seyfeddin Tuğrul da Kırşehir Valiliğine tayin edildi.

Türkiye Selçuklularında ilk defa denizaşırı bir ülkeye asker sevk eden sultan, Alâeddin Keykubat’tır. 1227 yılında Hüsameddin Çoban komutasında bir donanmayı Sinop’tan Kırım’a, oradan da Kıpçak İli’ne sevk etti. Kıpçaklar ve Ruslar itaat altına alınıp buradaki halklarla ticari anlaşmalar yapılarak Karadeniz’in kuzeyine açılan deniz yolu güven altına alındı. Trabzon Komnenleri Cenevizli korsanlarla birlik olup Karadeniz sahillerine baskın düzenliyorlar ve yağmalıyorlardı. Bunun üzerine Keykubat oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev ve Emir Mübarizüddin Ertokuş’u Trabzon’u fethe memur etti. Karadan ve denizden Trabzon muhasara altına alındı. Ancak ağır hava şartlarından dolayı Trabzon bir türlü fethedilemediğindin Selçuklu ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Neticede Selçukluların öne sürdükleri şartlar kabul edildi (İbn Bibi, 1956, 323-331).

Sultan Alâeddin zamanında Moğolların önünden kaçan Celaleddin Harezmşah, Gürcistan ve Azerbaycan’ın birçok şehirlerini zapt etti. Doğu Anadolu’ya girdi, Ahlat’ı zapt ederek burayı kendisine karargâh kıldı (İbnü’l-Esîr, 1966, XII/450-460; Cüveynî, 1334, II/161-179). Moğollar Celaleddin Harezmşah’ı takip ederek Doğu Anadolu’ya girdiler ve bazı şehirleri yağmaladılar. Keykubat, Moğol tehlikesini önlemek ve Moğolları hoş tutmak için Celaleddin’i bölgeden çıkarmayı düşünüyordu. Bu amaçla Ermeni kralından, el-Melik Eşref’ten ve Anadolu’da bulunan Haçlılardan yardım istedi. El-Melik Eşref 10.000 kişilik bir kuvvetle bu davete icabet etti. Bu kuvvetler Sivas’ta toplanıp buradan Erzincan’a yürüdü. Erzincan yakınlarında Yassıçemen denilen yerde Celaleddin Harezmşah’ın kuvvetleriyle karşı karşıya geldiler. 627/1230 yılında burada meydana gelen savaşta Harezmşah ordusu ağır bir yenilgi aldı (İbn Bibi, 1956, 391-392; İbnü’l-esîr, 1966, XII/489-491; Cüveynî, 1334, II/180-182; ez-Zehebi, 1974, II/134; Ebü’l-Ferec, 1950, II/528-529). Harezmşah bölgeyi terk ederek Hoy’a çekildi. Onun bu bölgeyi terk etmesi Selçuklularla Moğolları karşı karşıya getirdiği gibi bölgenin istikrarı da bozuldu. Buna binaen Keykubat, Emir Kemaleddin Kâmyâr, Çaşnigir Mübarizüddin Çavlı ve Amasya Valisi Mübarizüddin Hilifet Gazi komutasında büyük bir orduyu, doğuda istikrarı sağlamak ve bu toprakları Selçuklu Devleti’ne bağlamak amacıyla bölgeye sevk etti. Emir Kemaleddin Kâmyâr, Gürcistan sınırına kadar doğu Anadolu’yu kontrol altına aldı. Çevreye dağılarak yağmacılık yapan binlerce Harezmli askeri Selçuklu Devleti’nin hizmetine alıp bu askerlerden bir hassa ordusu kurdu. Emir Sinanüddin Kaymaz’ı Ahlat Subaşılığına tayin ederek buraya da huzur ve güvenin gelmesini sağladı. Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın kızı Gürcü Hatun ile Selçuklu Şehzadesi Gıyaseddin Keyhusrev’i evlendirerek Gürcülerle barışık bir ortam sağlamaya çalıştı (İbn Bibi, 1956, 422-428). Kemaleddin Kâmyâr bu seferden muzaffer olarak döndü (1232). Bu başarısından ötürü adı tarihe Gürcistan fatihi olarak geçmiştir.

Türkiye Selçuklularının Ahlat’a sahip olmalarına, Ahlat’ın kendilerine ait olduğu gerekçesiyle Eyyubiler şiddetli tepki gösterdiler. Selçukluların bölgeyi gasp ettiklerini ileri sürdüler. Eyyubi hanedanlıkları 631 (1234)’de güç birliği yaparak Selçuklulara karşı savaşmak üzere Anadolu’ya asker sevk ettiler. Keykubat yapılan savaşta Eyyubileri yenilgiye uğrattı. Bu savaş sonucunda Urfa, Harran, Siverek, Rakka gibi güneydoğu şehirleri Selçukluların eline geçtiği gibi Diyarbekir’den Antakya’ya giden güney ticaret yolu da Selçukluların kontrolüne girmiş oldu.

Sultan Alâeddin, Eyyubilere karşı kazandığı bu zaferden sonra eşi Eyyubi Melikesi Adiliyye’den olan ortanca oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ı veliaht tayin etti. Büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’i yeniden Mengüçek İli’ne melik olarak Erzincan’a gönderdi. Bu durumun iki şehzade yanlıları arasında siyasi rekabet meydana getirdiği gelişen olaylardan anlaşılmaktadır. Sultan Alâeddin’in siyasî muhalifleri boş durmadılar. Keykubat, Kayseri’de iken dış ülkelerden gelen diplomatlarla görüşmeler yapmaktaydı. 4 Şevval 634 (31 Mayıs 1237) günü akşamı, büyük oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev yanlıları ile oğlunu tahta geçirmek sevdası içinde olan karısı Hond Hatun ve kötü niyetli ümeradan Sadeddin Köpek ve yandaşları ittifak ederek Kayseri’deki Keykubadiye Sarayı’nda, sultana zehirli kuş eti yedirerek amaçlarına ulaştılar (İbn Bibi, 1956, 461-462; Ebü’l-Ferec, 1950, II/536). Sadeddin Köpek ve yandaşları o gün sarayda çok sıkı tertibat aldılar. Bir yandan II. Gıyaseddin Keyhüsrev için cülus töreni hazırlıkları yaparken öte yandan el-Melike Âdiliyye ile veliaht olan oğlu İzzeddin Kılıçarslan’ı ve Sultan Alâeddin’in yakını olan devlet adamlarını imha ettiler (İbn Bibi, 1956, 472-479; Ebü’l-Ferec, 1950, II/537). Uluğ Sultan Keykubat’ın böyle bir suikast sonucu ölümüyle birlikte Anadolu’da güven ve istikrar bozulmaya yüz tuttu ve Türkiye Selçukluları Devleti’nin talihi ters dönüp gerileme süreci başladı.

Sultan Alâeddin Keykubat’ın cenazesi Kayseri’den Konya’ya getirildi ve Sultanlar Türbesi’ne defnedildi. İktidarı döneminde yüksek devlet hizmetlerine Ahi ve Türkmen çevrelerden elemanları tayin etmekte, gayri Müslim halkları da hoş tutmaktaydı. Bugün Antalya Müzesi’nde bulunan mühründe Alâeddin Keykubat, Makedonyalı İskender gibi başı açık saçları dalgalı olarak resmedilmiştir (Bayram, 2005, 44). Bu, Rum halkın onun hakkındaki hissiyatını ifade etmektedir. Keykubat yüksek insani meziyetlere, ilim ve irfana sahip bir sultan idi. Akıl ve dirayeti ile övgülere mahzar oldu. Onun iktidarı zamanında Anadolu’da pek çok mimari eser inşa edilerek, ticaret geliştirildi ve ülke yüksek refah seviyesine ulaştırıldı (Aksarayî, 1944, 33; Ebü’l-Ferec, 1950, II/536-537).

Eşi Hond Hatun uzun süre Hristiyan olarak Selçuklu Sarayı’nda bulundu. Bilahare Müslüman olarak adını Mahperi olarak değiştirdi. Günümüze ulaşan bilgilere göre Sultan Alâeddin’in üç oğlu, iki kızı vardı. Büyük kızı Halime Hatun bir Eyyubi prensi ile evliydi ve Halep’te ikamet etmekteydi. Küçük oğlu Rükneddin ile adını bilmediğimiz küçük kızı, muhtemelen, Sadeddin Köpek ve yandaşlarının şerrinden emin olmaları için birileri tarafından bir şekilde Alanya’dan Mısır’a kaçırıldılar.

Alaeddin Tepesi üzerinde Alâeddin Camii

MİKAİL BAYRAM

BİBLİYOGRAFYA

  • İbn Bibi, 1956; İbnü’l-Esîr, 1966; Bayram, 2005b; Sivasî, Menakıb; en-Nigidî; Tarih-i Âl-i Selçuk, 1377; Wittek, 1943; Riyahi, 1366; Tercüme-i en-Nefsü’n-nâtıka; Makalât-i Şems, 1377; Kalem-rev-i Osmanî; Yezdan-şinaht; Enisü’t-talibin; İbnü’l-Esîr, 1966, XII; Cüveynî, 1334, II; ez-Zehebi, 1974; Ebü’l-Ferec, 1950; Bayram, 2005c; Aksarayî, 1944.