Mevlevilik tarihinin en eski kaynaklarından olan Menâkıbü’l-ârifîn (Ariflerin Menkıbeleri) Mevlâna’nın torunu Ulu Arif Çelebi’ye intisap eden Ahmet Eflaki* (ö. 1360) tarafından 1318-1358 yılları arası Farsça olarak kaleme alınmıştır. Ahmet Eflaki, Çelebi ile yaptığı seyahatleri not alması üzerine onun emriyle bu işe 1318 yılında başlamış ve bir yıl kadar sonra tamamlayarak eserine Menâkıbü’l-ârifîn ve Merâtibü’l-kâşifîn adını vermiştir. Eflaki, taslak olarak da nitelendirilen bu eserini daha sonra genişletip ikmal ederek bir giriş ve on bölüm (fasıl) üzerine vefatından iki sene önce 1358 yılında son şeklini vermiştir.
Eser, Mevlâna’nın babası Bahâeddin Veled’den (ö. 1231) başlayarak, Mevlâna Celâleddin-i Rumi (ö. 1273), Sultan Veled (ö. 1312), Ulu Arif Çelebi (ö. 1319) ve Abid Çelebi’ye (ö. 1338) kadar olan Mevlevî silsilesinin detaylı menkıbelerini kapsar. Son bölümde ise yine aynı silsileden Abid Çelebi (ö. 1338), Vacit Çelebi (ö. 1342), Emir Âlim Çelebi (ö. 1350), Emir Âdil Çelebi (ö. 1368) ve Mevlâna’nın diğer ahfadının adları anılır. Ayrıca, Mevlâna’nın yetişmesinde büyük katkıları bulunan Seyyid Burhaneddin-i Tirmizî, Şems-i Tebrizî ve Selahaddin-i Zerkub ile birlikte Mesnevî’nin kâtibi Hüsameddin Çelebi’ye de münferit bölümler ayrılarak haklarında detaylı bilgiler verilir.
Mevlevilik yoluna bağlılığı ve Dergâh’a hizmetlerinden dolayı Eflaki Dede olarak tanınan Ahmet Eflaki, eserini kaleme alırken kendisinden önceki zatların menkıbelerini dillerde dolaştığı şekliyle, ya da bizzat ravilerin dilinden isim vererek aktarmış; çağındaki Ulu Arif Çelebi ve sonraki Çelebilerin menkıbelerinin genelini ise bizzat şahit olduğu olaylar çerçevesinde kaleme almıştır. Eser bu bölümleri açısından Mevlevilerin ilk kaynaklarından da sayılmaktadır. Ancak Eflaki Dede, olayları kaleme alırken müspet ya da menfi bazı tasarruflarda bulunmuş ve bazen olayları yalın ve gerçekçi bir şekilde aktarırken, bazen de eserin adından da anlaşılacağı üzere menkıbevi bir anlatım tarzı seçmiş, bununla da hakkında bilgi verdiği isimleri ululandırma yoluna gitmiştir. Ravilerden naklettiği olayları da yanlış-doğru karşılaştırması yapmadan, ayıklamadan eserine almış ve bu yüzden de gerek tarih boyunca Mevlevilerden gerekse de ileriki dönem araştırmacılar tarafından eleştiri almıştır. Eserini oluştururken başta Mevlâna’nın eserleri, Sultan Veled’in İbtidâ-nâme’si, kendisinden önce aynı konuda eser yazan Feridun b. Ahmet-i Sipehsalar’ın Risale’si olmak üzere Bahâeddin Veled’in Ma’ârif’i* ve Şems-i Tebrizî’nin konuşmalarını kapsayan Makâlât’ından istifade etmiştir. Konuları aktarırken aralara serpiştirdiği beyitlerin çoğunun ise Mevlâna’nın Mesnevî’sinden* alınmış olması -kaynaklarda fazla yer almamakla birlikte- onun Mesnevihan olarak Dergâh’ta görev yaptığının delillerindendir. Eflaki Dede’nin eserindeki en büyük kaynaklardan biri de olayları nakleden ravilerdir. Sadece bu ravilerin isimlerinin çokluğu ve çeşitliliği bile o dönemde Mevlâna ve ahfadının gördüğü ilgiyi yansıtması bakımından eserin tarihî değerini ortaya koymaktadır. Zaten M. Fuad Köprülü başta olmak üzere, birçok bilim adamının tespitine göre -menkıbevi olaylardan arındırılarak bakıldığı takdirde- Menâkıbü’l-ârifîn XIII ve XIV. yüzyıl Anadolu’sunun sosyal, kültürel ve özellikle dinî bir tarihi niteliğindedir ve emsali yoktur.
Dil açısından o dönem Anadolu Farsçasını ve özelliklerini yansıtması açısından da değerli bir eser olarak nitelendirilen Menâkıbü’l-ârifîn, tarih boyunca özellikle Mevleviler arasında hep okunmuş, Mevlevihanelerde okunması tavsiye edilmiş; ancak yukarıda da belirtildiği gibi nakledilen olayların doğruluğundan şüphe edilmesi sebebiyle birçok kişi tarafından menkıbevi ve yanlış olarak değerlendirilen veya mübalağaya kaçan olaylardan arındırılarak özet-seçki halinde istinsah edilmiş, alıntılar yapılarak Osmanlıcaya çevrilmiştir. Bu tarzda yapılan çalışmalar eserin tam metninden daha çok ilgi görmüştür. Bunlar arasında Abdülvahhâb el-Hemedânî (es-Sâbûnî) tarafından yapılan Sevâkıbü’l-menâkıb adlı seçki en tanınmışlardandır. Seçki, Mesnevihan Mahmut Dede (ö. 1602) tarafından Türkçeye çevrilip minyatürlerle bezenerek Sevâkıb-ı Menâkıb* adıyla 1589-90 yılında Sultan III. Murat’a sunulmuştur. Yine Derviş Halil (ö. 1543) tarafından küçük redaksiyonlarla yapılan bu seçki çevirisi Kanuni Sultan Süleyman’a takdim edilmiştir.
Menâkıbü’l-ârifîn’in başta ülkemiz kütüphanelerinde olmak üzere birçok yazması mevcut olup, tam metni ilk kez Sevânih-i ömrî-i Hazret-i Mevlânâ Rûmî müsemmâ be-Menâkıbü’l-ârifîn adıyla Hindistan’da (Agra, 1897) neşredilmiştir. Şu ana kadar ikinci ve en önemli neşri ise Tahsin Yazıcı tarafından yapılıp Türk Tarih Kurumu yayınları arasında 1959-1961 yılarında çıkan iki ciltlik çalışmadır.
Tespit edilebildiği kadarıyla eserin tam metin hâlinde ilk Türkçe (Osmanlıca) çevirisi ise Zahit b. Arif tarafından 803/1400 yılında Mahzenü’l-esrâr adıyla yapılmıştır. Günümüze kadar tam metin ve seçkiler halinde defalarca Osmanlıcaya çevrilen eserin Türkçeye ilk ve şu ana kadar tek çevirisi yine Farsça metnini yayımlayan Tahsin Yazıcı tarafından Âriflerin Menkıbeleri adıyla yapılmıştır (I-II c., MEB Yay., İstanbul, 1953-1954; bu çeviri daha sonra aynı ve farklı yayınevlerinden de çıkmıştır). Eser yine tam metin olarak Doğubilimci Clement Huart tarafından Les saints des derviches tourneurs adıyla Fransızcaya tercüme edilmiş ve Paris’te yayımlanmıştır (I-II c., 1918-1922). Batı dillerindeki bu ilk tam çeviri öncesi, James W. Redhouse tarafından seçki hâlinde İngilizceye yapılan bir çevirisi de 1881 yılında Londra’da yayımlanmıştır. Günümüzde Huart tarafından yapılan çeviri hâlâ Batı dünyasında kullanılmakta olup, eserden alıntılarla oluşturulan The Hundred Tales of Wisdom (Idries Shah, Octagon Press, London, 1978) ve İspanyolca Leyendas de los sufîes (Arca de Sabiduria, 2001) adlı kitaplar da Menâkıbü’l-ârifîn’den bölümler kapsamaktadır.