Çile, Farsça kırk anlamına gelen “çihil” kelimesinden türetilmiş, aynı anlamdaki Arapça “erba‘în” kelimesi de bu manada kullanılmıştır. Tasavvufî anlamda nefse hâkim olma, ruh temizliği ve kalp huzuru gibi amaçlarla girilen çilenin temeli, genellikle Hz. Musa’nın Tur dağında kırk gün kalarak ibadet etmesine dayandırılır. İslamiyet’in zuhuruyla Hz. Muhammed (SAV)’in Ramazan ayının son on gününü inzivaya çekilerek mescitte geçirmesi (itikâf) ve “Kırk günü Allah için ihlâs ve samimiyetle geçiren kimsenin dili hikmet pınarlarıyla beslenir” hadis-i şerifine binaen İslamiyet’in ilk yıllarında âdet hâline gelmiştir. Ancak bu inziva, hiç evlenmeme, sabahlara kadar namaz kılma, sürekli, hatta çöl ortasında oruç tutma, bedene fazla eziyet şeklinde uygulanıp aşırı gidilmesi üzerine bizzat Peygamber Efendi’miz tarafından engellenmiştir.
Çile, tasavvufun yaygınlaşması sonucu M XIII. yüzyıldan itibaren kurumsallaşmasıyla hemen hemen her tarikatta benzer şekillerde uygulanmıştır. Bu uygulama her tarikata ve devire göre bazı değişiklikler göstermiş, genellikle kırk gün uygulanmakla birlikte, bin bir gün veya ömür boyu sürekli çile uygulaması yapanlar da olmuştur. Ancak yine bu dönemlerde de aşırılığa kaçılmış, şehvetten kurtulmak için kendisini hadım ettirmek isteyen, bedenine işkence eden, mezar gibi bir yer kazıp içinde yaşayan, kendini ağaca bağlayarak yaşayan, ayaklarından bir kuyuya baş aşağı bağlanan, dağlarda, mağaralarda hayatını sürdüren dervişlere de sıkça rastlanmıştır. Bütün bu aşırılıklara rağmen tarihte çile; az yeme, az konuşma, az uyuma, kendini dünya işlerinden soyutlama, tefekkür, Kur’an-ı Kerim okuma, ibadet, zikir ve çokça dua etme şeklinde uygulanmıştır. “Çile çıkarmak, çileye soyunmak, çileye oturmak” gibi terimlerle karşılanan bu usulün icrası için tekke ve dergâhlarda “çilehâne, halvethâne” adı verilen küçük mekânlar oluşturulmuştur.
Mevlevilikte Çile
Mevlâna’nın eserleri ve hayat tarzı esas alınarak kendisinin Hakk’a yürümesinden sonra M XIII. yüzyılın sonlarında teşekkül ettirilen Mevlevilik belli bir esasa bağlanmış ve kuralları belirlenmiştir. Bu kurallar manzumesi içerisine Mevlâna’nın bizzat yapmadığı şekliyle 1001 gün süren bir çile de konmuştur. Ancak bu süre tamamen halvete çekilme şeklinde değil, Mesnevi’nin bizzat Mevlâna’nın kendi eliyle kaleme aldığı ilk on sekiz beytine binaen “Cân” (veya nev-niyâz) adı verilen Mevlevi adayının on sekiz farklı hizmeti yerine getirmesi şeklinde icra edilmiştir. 1001 günün ebcet hesabı karşılığı “rızâ”dır. Ayrıca Can, “ikrâr vererek” yani bütün şartları öğrendikten sonra kabul ederek bu 1001 günlük çileye soyunmadan, Âsitâne* olarak adlandırılan büyük Mevlevihanelerin matbahı (mutfak) içerisindeki Saka Postu serilmiş sekisinde üç gün oturur. Bu üç günün sonundaki hâl ve hareketlerinden memnun kalınırsa Tarikatçı Dede tarafından bu yolun zorluğu hakkında son bir kez daha bilgi verilir. Bunun sonucunda iki taraflı olarak Can’ın çileye soyunması kabul edilirse, 1001 gün içerisinde dergâhın temizliği, düzeni, çarşı-pazar işleri gibi on sekiz hizmeti başarı ile yerine getirmesi, dergâh dışında gecelememesi, Kur’an-ı Kerim, Hadis-i şerif, Mesnevi, Mevlevi adap ve erkânı gibi dersleri başarı ile tamamlaması ve mahareti çerçevesinde geçimini sağlamak üzere kendisine öğretilen bir mesleği layıkıyla öğrenmesi gerekir. Üç gün Saka Postu’nda oturup 1001 gün boyunca on sekiz hizmeti de yerine getiren Can son kez olmak üzere üç veya on sekiz gün daha ibadet ve tefekkür için hücreye kapanır. Bu hücreye çekilme öncesinde, çilenin başında oturduğu Saka Postu’na tekrar oturur ve Mevlevi kisvesini (tennure*) çıkarıp, derviş elbisesi giyer. Dergâh sorumlusu (sertarîk*): “Vakt-i şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola, derviş kardeşimizin hizmetleri mübarek ola; dem-i Hazret-i Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrizî, kerem-i İmâm-ı Ali; Hû diyelim, Hû…” şeklinde gülbank* çekerek adayı bir merasim eşliğinde hücresine gönderir. Bu üç rakamın toplamı da 1022 etmekte ve bunun ebcet karşılığı “rızâ-yı Hû” yani Allah’ın kendisinden razılığı anlamına gelmektedir. Bu son aşama ve hayatta karşılaşılacak diğer güçlüklere sabredilmesi gerektiği Mevlevilik kültürü içerisinde “Mevlevi’nin çilesi bitmez” şeklinde vecizeleştirilmiştir.
On sekiz günlük son çilesini de çıkararak “dede” unvanı almaya hak kazanan Mevlevi, bir görevli (meydancı dede) tarafından dergâhın çelebisine götürülüp önünde diz çöker vaziyette oturtulur. Çelebi, Can’ın sağ elini kendi sağ eliyle tutarak; Kur’an-ı Kerim’in: “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir” mealindeki Fetih Suresi’nin X. ayetini okur; daha sonra yanındaki makasla Can’ın kaşlarının ortasından ve bıyığından birkaç kıl keser ve Mevlevi hırkasını tekbirleyerek giydirirdi. Dede, artık istediği takdirde yeni Mevlevi adaylarını yetiştirmek üzere o Mevlevihanede kalır veya aynı görev için başka bir Mevlevihanede görevlendirilirdi.
1001 günlük hizmet ve eğitim ağırlıklı Mevlevi çilesine soyunmak, adayın yaşı küçükse evvela anne-babasından alacağı izne tabidir. Yine herhangi bir aşamasında adayın kendi isteğiyle çile yarım bırakılırsa (çileyi kırarsa) son günler dahi olsa aday tekrar çileye soyunmak isterse en başından başlaması gerekir. Eğer Mevlevihane yetkilileri (dergâh zabitanı) tarafından Can’ın uygunsuz hareketlerinden dolayı çileyi bırakması istenirse uygun bir şekilde dergâhtan ayrılması söylenir ve o kişi bir daha herhangi bir Mevlevihanede çileye soyunamaz, ancak muhip sıfatıyla dergâhta kalmamak şartıyla ziyarete gelip gidebilirdi.